menu
Stacks Image 4797


BİSİKLET ÜSTÜNDE HİNT OKYANUSU’NDAN PASİFİK KIYILARINA

PART II: ADELAIDE > MELBOURNE

Başını sonunu birbirine karıştırdığım unutulmaz bir yolculuk…

Binlerce kilometre yol, milyonlarca koyun, milyarlarca okaliptüs ağacı, devasa mesafeler, minicik şehirler, daha önce hiç duymadığım kokular ve daha önce görmediğim kadar göz alabildiğine düzlük, kıpkızıl bir toprak, envai çeşit bulut, denizi kıskandıracak kadar mavi bir gökyüzü, deli deli esen rüzgarlar, kangurular, emular, wombatlar, üçüncü dereden amele yanıkları, altın arayanlar, maceracılar, bir sürü göçmen, sıcak, soğuk, yağmur, çamur, şimşek, ıssız çöller, dev dalgalı okyanuslar, çokça tek başınalık, kaybolmuşluk ama bir o kadar da özgürlük, başını sonunu birbirine karıştırdığım unutulmaz bir yolculuk: Trans-Avustralya !!!

Stacks Image 4802

Yaklaşık üç saatlik bir uçuşun ardından Adelaide için alçalmaya başlıyoruz. Doğuya doğru gittiğimiz için hiç anlamadan bir anda gece oluvermiş. Camdan bakıyorum ama etraf zifiri karanlık.

Derken Adelaide’in ışıkları karanlığı delen minicik iğne delikleri gibi belirmeye başlıyor. On beş dakika sonra yerdeyiz. Koltuğum uçağın kargo kapısının tam üstünde. Uçaktan çıkmayı beklerken Karayel’i indirdiklerini görünce seviniyorum. Öyle ya bu gurbet ellerdeki tek yoldaşım o…

Havaalanından çıkana kadar Über’den bir araç ayarlıyorum. Dışarıda hava biraz serin. Ve sanki burası Batı Avustralya’ya göre daha değişik kokuyor. Çöllerde sıcak sanki koku olup burnuma doluyorken, burada daha çok baharatlı ve egzotik bir hava var gibi.

MALOUSSI’NIN KISMETİ

Karayel’i Über’den ayarladığım araca sığdıramayınca çareyi taksiye binmekte buluyorum. Şöförüm Maloussi. O da Güney Afrika’dan düşmüş buralara. Altmışlı yaşlarında olmalı. Biraz erken çökmüş gibi ama konuşkan ve bedeninden alamadığım enerjisi sanki gözlerinde birikmiş. Durakta beklerken beni görünce parlayan gözlerinde…

Arkadaşı beklemekten sıkılıp sırasını ona vermiş. Etrafımızda bizden başka kimseyi göremeyince sevincini biraz anlıyorum. Son derece önemli bir ders verirmiş gözlerime bakıp; “Kısmetini kovalamalısın. O cilveli bir genç kız gibidir. Sadece peşinde yeterince koşanlara varır.” diyor. Doğru söze ne denir…

Laf lafı açıyor. Mandela ile karşılaşmasını, katıldığı gösterileri, özgürlüğün tadını ve bağımsızlığın kıymetini vs anlatıyor. İlgiyle ama içimden; “Arkadaş ülkeni bu kadar seviyorduysan, burada ne işin var? “ diye düşünerek dinlerken havaalanından iyice uzaklaşıp artık Adelaide sokaklarında ilerlemeye başlıyoruz.

Yeni bir yere karanlıkta varmak hep kendimi biraz garip hissetmeme sebep olmuştur. Yine öyle oluyor ve kendimi biraz havada hissediyorum. Nasıl bir yerde olduğuma dair en büyük ipuçları az önce bahsettiğim gibi havadaki güzel kokulardan geliyor. Onun dışında sokaklar yine bildiğimiz sokak. Gerçi son günlerde geçtiğim sokaklara göre biraz hareketli gibiler ama yine de tenha sayılırlar.

Bir kaç dakika içinde şehrin merkezindeki otelimin kapısına geliyoruz. Sanki başıma gelecekleri biliyormuş gibi Maloussi de benimle otelin kapısına kadar geliyor. Teşekkür edip iyi geceler diliyorum ama gülümseyerek “Zile bassana.” diyor. Bu sözlerin üzerine fark ediyorum ki; burası güya bir otel ama önümde sadece camdan bir kapı var ve içeride ne bir ışık ne de bir hayat belirtisi görünmüyor. Üstelik saat daha o kadar geç de değil.

Hipnoz olmuş gibi Maloussi’nin dediğini yapıyorum. Bir iki saniyelik bir gecikme ve metalik bir hışırtının ardından zilin yanındaki diafondan hızla konuşan bir kadının sesi duyuluyor. O kadar hızlı konuşuyor ki hiç bir şey anlamıyorum. Zaten Avustralyalıların ağır bir şivesi var. Üstüne diafonun hışırtısı ve kadının Eminem ile atışan konuşması eklenince hiç bir şey anlamıyorum.

Maloussi bilmiş bilmiş gülümserken, diyafondan kadınla konuşup kapının ve içeriye girince içinde anahtarlarımı bulacağım kasanın şifresini öğreniyor.

DOĞU CEPHESİNDE YENİ BİR ŞEY YOK

Doğuya gelince hizmet biraz iyileşir diye heveslenmiştim ama anlaşılan pek bir şey değişmeyecek. Avustralya çok büyük bir kıta ve topraklarına oranla nüfusu gerçekten çok az. Hal böyle olunca iş gücü ve hizmetler yetersiz ve dolayısıyla da çok pahalı. Bir de devasa mesafelerden kaynaklanan lojistik maliyetler eklenince bu ülkede her şeyin neden bu kadar pahalı olduğu daha rahat anlaşılıyor.

Oysa ki ne hayallerle gelmiştim. Uçsuz bucaksız mesafelerin hayal güçlerini parlattığı, el değmemiş doğanın medeniyet hastalığından uzak tuttuğu, kanlı canlı, neşeli ve hayat dolu insanlarla karşılaşacağımı düşünürken, geldiğimden beri en çok karşıma çıkan şey bu sesli yanıt sistemleri oldu. Tom ve Aaron gibi hala hayalleri olan bir iki kişi dışında tanıştığım hemen herkesin en büyük hayali buraya gelmekmiş de, buraya gelir gelmez yerini bu dehşet pahalı ülkede ay sonunu getirebilme koşusuna ve vatandaşlık alabilme kaygısına bırakarak çekip gitmiş gibi. Şimdiki hedefleri ise bir yolunu bulup kilometrekare başına daha çok insan düşen bir yerlere kapağı atmak…

Bu düşüncelerde canımı sıkmak için büyük bir potansiyel hissetmeme rağmen, kendimi odamı ve sıkıntılarla geçen onca günden sonra yukarıda beni bekleyen lüksü hayal etmeye zorlayarak, Maloussi ile vedalaşıp asansöre biniyorum. E az buz şey değil, şaka maka ikiz yatağı ve banyosu olan bir odada kalacağım !!!

Oda krallara layık değil ama yine de kendimi kral gibi hissetmeme yetecek kadar iyi. Hemen çantaları boşaltıp doğruca çamaşır yıkamaya girişiyorum. Karnım çok aç ama her şeyim leş gibi. Artık kokmaya başladıkları için bir an önce temizlemem lazım. Duş teknesinde çiğnedikçe simsiyah sular akan giysilerimi görünce aklıma çocukluğum ve Şanlıurfa’da geçirdiğim yazlar geliyor. Orada da ninem çamaşır yıkarken leğenin içine girip minicik ayaklarımla giysileri çiğnemekten ne kadar hoşlandığımı hatırlıyorum. İçim ısınıyor…

YENİ KAHRAMANIM: “UNCLE HUNGRY JACK”

Çamaşırları odada bulabildiğim her köşeye asıp aşağı iniyorum. Kentin “Red Light Zone”unda olduğumu keşfetmem pek uzun sürmüyor. Çok da umurumda değil. Hatta seviniyorum; “En azından burada geç vakte kadar açık yemek, su vs alacak yerler vardır.” diye düşünüyorum…

Islık çala çala yürüyorum. Kendi çapında hareketli bir yer. Sokakta gelip geçen bir iki araba, sallana sallana yürüyen üç beş kişi var. Hatta biraz ileride, önünde bir kaç Kuzey Afrika’lı tipin olduğu bir bardan darbuka sesi geliyor, hiç fena değil…

Trafik ışıklarında bekliyorum. Yayalara yeşil yanınca Atari oyunundaki makineli tüfek gibi bir ses çıkmaya başlıyor. Çok komik. Elimde hayali bir tüfek varmış gibi sağı solu tarayarak karşıya geçiyorum. Nasıl olsa etrafta garip garip bakacak kadar insan yok…

Önce burnuma gelen kokular karnımı karıncalandırıyor ardından kokunun müsebbibi olan hamburgerciyi görüyorum. Adı “Hungry Jack” ama “Burger King” olduğuna yemin edebilirim. Sadece logosu, tabelası veya dekorasyonu değil, hamburgeri, patatesi vs de tıpkısı. Meraklansam da açlığım daha ağır basıyor, doğruca kasadaki ufak tefek, neden olduğunu bilmiyorum ama Ortadoğulu olduğuna iddaya girebileceğim kıza yönelip siparişimi veriyorum. Yalanım yok, ağzımdan sular akıyor…

Sonraki günlerde öğreneceğim ki meleklerin kulağına üflediği amcamın birisi Burger King kurulmadan çok önce bu ismin Avustralya’daki haklarını kendi adına tescil ettirmiş. Sonra da teklif edilen onca paraya rağmen ismin kullanım hakkını Burger King’e vermemiş. Bu hikaye çok hoşuma gidiyor. İşte Dünya’nın böyle insanlara daha çok ihtiyacı var. Yoksa her şeyi satılık olan insanların güzel Dünya’mızın sonunu getirmesi kaçınılmaz. Zaten olmaya da başladı, kendi gözlerimizle görebildiğimiz yeşil-mavi biricik dünyamızı torunlarımıza bırakabileceğimizden gerçekten de o kadar emin değilim…

İKİ GENÇ AUSSIE

Saat çok geç değil ama masalarda oturan kimse yok. Sadece uzakdoğulu görünen bir çift, sessiz sedasız ve dikkat çekmemeye çalışarak hamburgerlerini yiyor. Açlıktan ne yapacağını bilemez şekilde siparişimin hazırlanmasını bekleyip sağa sola bakınırken içeriye oldukça açık giyimli iki genç kız giriyor. O saatte orada beklenmeyecek kadar genç ve güzeller. On altı, bilemedin on yedi yaşında falanlar. Bir tanesi gerçekten çok sarhoş. Ayakta zor duruyor. Diğeri de sarhoş ama hafiften sallanmasına rağmen nispeten daha ayık; “Collie, lütfen ayakta durmaya çalış ve bana ne yemek istediğini söyle.” dedikten sonra bir eliyle diğer kızı ayakta tutmaya çalışırken diğer eliyle de ceplerini karıştırıyor.

Kendi kendime; “Para arıyor herhalde.” diye düşünüyorum. Çok kendinden emin görünmeye çalışıyorlar ama yine de içimi acıtan bir halleri var. “Yardım etsem mi acaba?” diye kendi kendime cebelleşiyorum ama yabancı bir yerde olduğum için çabucak karar veremiyorum. O sırada siparişim geliyor ve alıp yakındaki bir masaya oturuyorum.

Az önce o hamburgerle patatese neler yapacağıma dair haşin hayaller kuruyorken hafiften iştahım kaçıyor ve bir yandan kızları keserken, diğer yandan da yemeğimi gevelemeye başlıyorum. Hafiften ayık olanı sonunda ceplerinde arayıp durduğu şeyi buluyor. Kırış kırış bir kağıt parçası ama para değil. Sanırım bir yemek kuponu. Kasadaki Ortadoğulu kızla ufak bir münakaşa yaşıyorlar. Kızların kıyafetleri falan da iyi. Hani yaşlarına göre biraz iddialı belki ama hiç de öyle fukara bir halleri yok. Sonunda kasadaki kız bıkın bir ifadeyle kuponu alıp içeri gidiyor.

Geri döndüğünde “Tamam yemeği vereceğim ama lütfen sessiz sedasız bekleyin.” babında bir şeyler söylüyor. O sırada daha ayık olanı ile göz göze geliyoruz. Diğerinin aksine sarışın ve mavi gözlü; yol boyunca oldukça sık duyduğum “Irkçılık” hikayelerinin başrol oyuncusu tipik bir “Aussie”. Böyle olunca durum gözüme daha da garip görünüyor.

Ben bunları düşünürken o bana bakıp gülümsüyor. Hatta bir de göz kırpıyor. Ben de ona gülümsüyorum. Kafam karışık. Bir şeyler yapıp yardımcı olmak istiyorum ama ne yapacağımı da bilemiyorum. Gerçekten biraz perişan görünüyorlar. “Acaba kalacak yerleri var mı?” diye aklımdan geçiriyorum.

Sonra “Daha da ileri gidip; “Odamda üç kişilik yatacak yer vardı, davet etsem mi acaba?” diye düşünüyorum. Düşünüyorum ama yabancı bir yerde olmanın ürkekliğinden olsa gerek bir türlü harekete geçemiyorum. Kararsızlığım yüzünden içimden bir öfke yükseliyor. Kendime kızıyor gibi oluyorum ama sonra o öfke daha da büyüyerek bu kızları bu hale koyan şey her neyse ona yönleniyor; “Neden böyle ? Genç, sağlıklı ve güzel iki genç kız. Işıl ışıl gözlerle kahkahalar atabilecekken neden şu anda bu perişan haldeler ?!”

“I WANT A BITE”

Keyfim kaçıyor. Artık canım bir şey yemek de istemediği için, kendimi elimde yarım bir hamburger kızlara bakarken yakalıyorum. Daha doğrusu sarışın olan yakalıyor. Göz göze geliyoruz. Önce gülümsüyor, ardından oturduğu yerde artık uyuklamaya başlayan diğer kızı duvara yaslayıp yüzüne çapkınca bir gülümseme yerleştirerek bana yöneliyor. Yarı açık gözlerini bir an bile üzerimden ayırmadan yanıma gelene kadar gülümsemesini de hiç bozmuyor. Sanki sürekli oynadığı bir oyunun yeni bir temsilini eda eder gibi. Çok samimi görünmesine rağmen sanki ışık yılları kadar, ona hiç ulaşamayacağım kadar uzaklarda duruyor. Bunu bilmek içimi bir çaresizlik hissi ile dolduruyor. O an; “Bir saniye için dahi olsa ona ulaşabilmek için neler vermezdim.” diye düşünüyorum.

Hiç bozmadan yanıma geliyor. Hafifçe öne eğilip masaya yaslanırken yüzünü yüzüme yaklaştırıyor. Alaycı gözlerle bir iki saniye beni süzerken hiç konuşmuyor ama; “Boşuna kendini zorlama, senin hatan değil ve senin yapabileceğin bir şey yok.” dediğine yemin edebilirim.

Derken gerçekten konuşuyor. Sesi son derece kendinden emin;

“I want a bite!: Bir ısırık istiyorum!”…

Bu da ne demek şimdi? Ben ne dediğini anlamaya çalışırken, elimden aldığı yarım hamburgerimden kocaman bir ısırık alıyor. “Hımm” diyerek keyifle çiğneyip yuttuktan sonra tekrar bana doğru eğilip yanağıma yumuşak bir öpücük konduruyor.

Şaşkınım. O ise hiç değil. Sanki on altı yaşında olan benim de elli yaşında olan kendisi. “Sen iyi bir çocuksun. Yaramazlık yapma emi.” der gibi…

Kaderini kabullenmiş bir edayla göz kırpıp, sallana sallana artık sızmış olan diğer kızın yanına dönüyor. Zaten el kadar olan eteği eğilince daha da yukarı çıkmış, neredeyse poposu görünüyor. Bu haliyle üstünü bile giymekten aciz ufacık bir çocuğu andırıyor.

“Bu erkenden yaşlanmış çocuğun, bu saate, bu berbat halde, burada ne işi var!!!”

Diğer kızı uyandırıp yedeğine alıyor. Son kez bana bakıp göz kırpıyor. Dışarı çıkıp geldikleri gibi yok oluyorlar.

Onların yok olmasıyla birlikte bakışlarım az önce kocaman bir parçasını bağışladığım yarım hamburgerime dönüyor. Olup bitenleri zihnimde ağır çekimde yeniden oynatırken, tok çocuklar misali kalanını ağzımda geveleyip yutmam epey vaktimi alıyor.

Odaya dönüp karışık kafamı dağıtmak için king-size yatak ve kahve-kettle lüksüne sığınıyorum. İki fincan kahvenin ardından yatağa yatıp kollarımı ve bacaklarımı olabildiğince açarak kediler gibi geriniyorum. Yatağın mümkün olan en büyük kısmını kapladığımda içim biraz huzur buluyor. Yine de kafam hala karışık ve neye olduğunu tam olarak adlandıramasam da öfkeliyim.

Ama artık kendimi uykunun bütün sıkıntılardan uzak dünyasına bırakabilirmişim gibi hissediyorum ve o alememe geçmem gerçekten de çok uzun sürmüyor.

2 SAAT DAHA YAŞLANMIŞIM…

Ölü gibi uyumuşum. Gözlerimi açtığımda nerede olduğumu anlamam biraz vaktimi alıyor. Uyandığım yer son günlerde gözlerimi açtığım mekanlardan oldukça farklı. Oda geniş ve serin, duvarlar, çarşaflar vs her şey bembeyaz ve etraf güzel kokuyor. Bir an kendimi çok iyi hissederek yine kediler gibi geriniyorum.

Akşam olanları hatırlayınca canım sıkılıyor. Üstüne saate bakıp da 10:30 olduğunu görünce bir an bocalıyorum. Çok uzun zamandır bu saate kadar uyumuşluğum yok. “Acaba farkına varmadan çok mu yoruldum?”.

Biraz düşününce jetonum düşüyor. Önceki sabahtan bu yana iki saat dilimi daha geçtim. Yani dün uyandığım yere göre iki saat daha ilerideyim ve henüz uyum sağlayamamış olan biyolojime göre saat daha 08:30. Einstein’in teorisi doğruysa fazladan iki saat daha yaşlandım…

“Yine de çok uyumuşum.” diye hayıflanıyorum. “Ölünce bol bol uyumayacak mıyız zaten!” mottomu hatırlayınca yatakta doğrulup gözlerimi ovalamaya başlıyorum. “Allahım bu ne kadar güzel bir şey!”. Tatlı tatlı kaşınmak gibi ovaladıkça ovalayasım geliyor. Bu keyfi uzatmak için zihnimi de işin içine katarak çocukken beni böyle mutlu eden şeyleri hatırlamaya çalışıyorum;

Sırtımı kaşıtmak
Yazın yatakta yatarken ayaklarımı serin duvara yaslamak
Berberde saçımı yıkatıp taratmak

Bu kadar basit ama böylesine mutlu edecek bunca şey varken büyüdükçe acayip acayip ihtiraslara yönleniyor olmamızın tek bir açıklaması olabilir; “Defolu Olmalıyız!!!”

Kalp ritmimi ölçüyorum, sürüşe başlamadan önce Fremantle’da ölçtüğüm yetmiş beşin bile altına düşmüş. “Çöl beni istemeyip kalbimi kırdığı için artık yeterince atmıyor herhalde!” diye düşünerek sitem ediyorum. Sürüşün ilk günü doksan’a çıkmış, daha sonra seksen’e gerilemişti. Normalde kronik beş vuruşluk ve üzeri bir artış vücudun aşırı yorulduğu anlamına geliyor. Bu da sürüşü bırakıp en az bir kaç gün dinlenmek demek. Neyse ki şu anda böyle bir durum yok. Üstüne üstlük çöl etabını yapamayacağım için kalbim ne kadar kırılmış olsa da, kendimi fizik olarak bomba gibi hissediyorum.

Bütün oda akşam yıkayıp bulabildiğim her yere astığım çamaşırlarla dolu. “A-ha! Güzel kokunun bir sebebi de bu olmalı!”. Çamaşırları toplarken midem guruldamaya başlıyor. “Bu şehirde yiyecek bir sürü şey vardır!” diye düşününce sabah keyfi katmerleniyor.

Hazırlanıp çıkmadan önce Uber’den kutulanmış haldeki Karayel ile sığabileceğimiz bir araç ayarlıyorum. Gelmesini beklerken de Kalgoorlie’de Karayel’i paketleyen Anna’nın verdiği kartviziti çıkarıp Karayel’i tekrar monte etmek için gideceğimiz bisikletçinin adresini kontrol ediyorum.

ERDOĞAN: “MAN WITH BALLS”…

Bu seferki şöför de Çinli. Adı Ming, çok şaşırdım!

Çin taşrasında bir kütüphanede çalışıyormuş. Gerçekten de son derece entellektüel bir hali var. “Sen nasıl düştün buralara?” diye sorunca anlatıyor; çocuklarını rejimin eğitim politikasından kurtarmak için Avustralya’ya gelmiş.

Türk olduğumu duyunca gülümsüyor. Türkiye’nin çok güzel olduğunu, Çinlilerin Türkiye’yi çok sevdiğini, ve kendisinin de bir gün ziyaret etmeyi çok istediğini söylüyor. Ve laf lafı kovalayıp her zaman olduğu gibi “Erdoğan”a geliyor. Ama Ming’in yorumu Perth'te Rumman'dan duyduğumun aynısı; “Erdoğan, gerçekten .aşaklı adam!”

Adelaide Avustralya şartlarında büyük bir şehir ama benim gibi İstanbul’dan gelen birisi için pek öyle sayılmaz. Bisikletçi kentin öbür yakasında olmasına rağmen çok geçmeden varıyoruz.

Ming’le vedalaşıp Karayel’i de alarak dükkana giriyorum. Güzel bir bisiklet mağazası. Hem satış hem de onarım hizmeti veren bir yer. Yine de biraz sakin. Biraz dediğim içeride kimse yok…

Derken Glen ile tanışıyorum. Otuzlu yaşlarının başında olmalı. Hafifçe toplu. Renkli gözleri olan ve yaptığı işi iyi bildiğini hissettiren birisi. Derdimi anlatıyorum. Türk olduğumu söyleyince laf yine ister istemez Erdoğan’a geliyor. Çünkü sevgili Cumhurbaşkanımız tam da benim orada olmamı beklermiş gibi, Yeni Zelanda’daki Cami katliamından sonra Avustralya’lılar için; “Çok diklenmesinler yoksa Çanakkale’de hayatlarını kaybeden dedelerinin akıbetini paylaşırlar” babında bir demeç vermiş.

“AYNISINDAN BİZDE DE VAR”

Glen “Boş ver” dercesine kafasını sallayıp Erdoğan’I kastederek; “Merak etme aynısından bizde de var. Politikacı her yerde aynı.” diyerek göz kırpıyor. Gülüyoruz. Ardından montaj ücretini söyleyince gülümsemem yüzümde donuyor. Tam yüz dolar! İtiraz etmeme vakit kalmadan da ekliyor: “Ancak yarın alırsın.”.

İnanamazmışçasına boş dükkanı tekrar bir süzüp; “Şaka yapıyor olmalısın?!” diyorum. Ama hiç de öyle şaka yapar bir hali yok. Oysa ki ertesi sabah yola çıkmayı planlıyordum. Durumu anlatıp, bir hal çaresi bulamaz mıyız diye ıkınmaya başlayınca yüzünü ekşitip cebinden çıkardığı telefonundan montajı yapacak kişi olduğunu tahmin ettiğim arkadaşını arıyor.

Neyse ki karşı taraftan “ok” geliyor ve Glen; “Akşama alırsın.” diyerek tekrar göz kırpınca biraz rahatlıyorum. Yüz dolar Karayel’i monte etmek için çok para ve pazarlık etmeyi planlıyordum ama öbür yandan bir gece daha kalırsam otele de bir yüz dolar daha vermem gerekeceğini düşünerek kabul ediyorum.

Akşam görüşmek üzere anlaşıp, artık güzel bir şeyler yemek için dışarıya çıkıyorum. Kentin merkezi bir kaç kilometre uzaklıkta. Baya açım ama yine de yürüyerek gitmeye karar veriyorum. İlk defa gittiğin yerlerde etrafı yaşamanın en iyi yolu bu. “Üstelik belki yolda yiyecek otantik bir şeyler bulurum.” diye kendimin bile inanmadığı bir bahane uyduruyorum.

Ve tabi ki tahmin ettiğim gibi oluyor. Etraf yemyeşil parklarla ve boş sokaklar ile dolu. Ne bir dükkan, ne de ara sıra yanımdan geçen bir iki kişi dışında insan görüyorum.

HERE SIR…

Tam ümidimi kesmişken. Karşıma bir apartmanın altında minicik bir büfe çıkıyor. Sandviç ve paket servis yapan küçük bir Meksika lokantası gibi görünüyor. Camdaki menü ve bir iki fotoğraf gerçekten ağız sulandırıcı. İçerideki Meksika’lıya benzeyen tezgahtarı da görünce anında dalıyorum.

Küçük dükkanda, tezgahtar ile aramızdaki bir kasa ve salata malzemelerinin olduğu tezgahtan başka bir şey görünmüyor. “Mutfak içeride herhalde.” diye düşünüp, tezgahtarın uzattığı menüden ismi janjanlı, okunduğunda kulağa muhteşem gelen bir yemek sipariş ediyorum.

Ben içeri gidip hazırlamasını beklerken, bizim Meksikalı tezgahın altından iki adet kare sandviç ekmeği çıkarıyor. Bildiğimiz Uno tost ekmeği. Ve benim şaşkın bakışlarım altında o iki dilim ekmeğin arasına bir dilim salam, bir dilim domates, bir yaprak kıvırcık ve biraz mısır koyduktan sonra yağlı kağıtla sarıp, sonra da bıçakla ortadan ikiye kesip bana uzatıyor.

“Here Sir!”.

Şaşkın şaşkın bakıyor olmalıyım ki tekrar ediyor; “Here Sir!”.

Duygularımı anlatmam imkansız. Yine faka bastım. Hala öğrenemediğim için kendime kızıyorum; burada beklentilerimi yüksek tutmamam gerekiyor. İsimleri ne kadar janjanlı olsa da alıp alabileceğimin hepsi işte bu. Üstelik şehrin merkezinde bile değilim. Kendimi Türkiye’de mi sanıyorum ki, burası bildiğin medeni bir ülke!!!

Bari tadı biraz bir şeye benzeseydi… Karton bazlı yemeğimin can sıkıntısını azaltır, hem de yutmama yardımcı olur diye bir de büyük kola alıyorum. Neyse ki onun tadı aynen bildiğim gibi…

Keyifsiz keyifsiz yürümeye devam ediyorum yine yemyeşil parklardan ve ıssız sokaklardan geçerek. Merkeze yaklaştıkça kalabalık artmaya başlıyor. Kalabalık dediğime bakmayın, insan sayısı nispeten biraz daha artıyor anlayacağınız.

MONOTON KÜRE…

Yapacak bir şeyim olmadığı için serseri mayın gibi dolanıyorum. Mağazalara falan girip çıkıyorum. Aslında hoşuma gitmiyor da değil. Normalde avm vs’de vakit geçirmeyi hiç sevmem ama yabancı bir ülkede az da olsa ilginç olabiliyor çünkü sadece o ülkede bulunan şeyler alabilme şansı olduğu için insanın hayal gücü ve araştırmacı yönü biraz ateşlenebiliyor.

Hatırlıyorum da bu iş, yani yeni ülkeler, şehirler görmek eskiden çok daha eğlenceliydi. Çünkü hepsi kendine has olurdu. Oysa ki bu küreselleşme furyasından sonra neredeyse bütün şehir merkezleri aynı hale geldi. Aynı zincir mağazalar, aynı zincir kafeler, aynı zincir lokantalar…

“Hiç de iyiye gitmiyor.” diye düşünüyorum içimden. Her şey ne kadar da tek tipleşiyor! Eskiden komünist rejimleri tek tip olmakla suçlayan liberalizmin günün sonunda bu noktaya savrulmuş olması da ayrıca ironik. Sonra daha da canım sıkılıyor. Çünkü tek tipleşen şeylerin sadece mağazalar değil, bu tek tip hayatı soluyan insanların bizzat kendileri de olduğu aklıma geliyor… Evet belki artık herkes daha güzel veya çekici görünüyor ama hepsi de en az bir o kadar sıkıcı hale gelmediler mi bu yüzden ? Çirkin ama kendine has ve benzersiz insanları özlüyorum bu düşünceler içerisinde…

Vakit öldüre öldüre tam otelimin yakınlarına gelmişken telefonum çalıyor. Hoppala, kim ola ki ?

Arayan Glen. Şaşırtıcı bir şekilde Karayel’in hazır olduğu haberini veriyor. Yapacak bir işim olmadığı için seviniyorum. Yine yürüyerek dükkana dönüp Karayel’e binerek merkeze dönene kadar akşam olur artık. Sonra da bir akşam yemeği, ertesi gün için yol hazırlığı vs derken sabahı bulurum. Bisiklet üstündeyken başka bir cazibesi var yalnızlığın ama onun haricinde biraz can sıkıcı. “Neyse, belki akşam yemeği esnasında birileri ile tanışırım.” diyerek Glen’e doğru yola koyuluyorum.

Geldiğim yolu gerisin geriye dönmek istemediğimden farklı bir rota seçiyorum ama yine de her şey birbirinin aynısı gibi görünüyor. Yaklaşık bir saat sonra dükkana varıyorum.

ÜÇÜNCÜ MELEĞİM: GLEN

Glen beni yanındaki Denis ile tanıştırıyor. Karayel’i o toplamış. Sohbet etmeye başlıyoruz. Önümdeki yolu soruyorum. Gülerek ardımda bırakmış olduğum yoldan çok daha iyi olduğunu söylüyorlar. Özellikle Kingston ve Robe kasabalarını çok metediyorlar. Dediklerine göre buraların Bodrum-Marmaris’iymiş. “Ondan sonrası Portland’a kadar biraz sıkıcı ama ardından zaten dünyaca ünlü ‘Great Ocean Road’a gireceksin.” deyince keyfim biraz yerine geliyor. Eklemeyi de unutmuyorlar: “Yalnız elini çabuk tut, mevsim dönmeye başladı ve güneye doğru gidiyorsun!”

Bir anlık kafa karışıklığının ardından Güney Yarımküre’de olduğumu hatırlayınca söyledikleri anlam kazanıyor. Evet, yolda fazla oyalanmamam lazım. Zira Avustralya’lı kimden hava durumu ile ilgili bir şey duyduysam, hiç de inanılır gelmemesine rağmen aynen çıktı. Buralarda hava gerçekten benim anlamakta zorlandığım başka bir tarife uyguluyor.

Denis ile bir eksiğim olup olmadığını, yedek parça durumumu vs konuşuyoruz. Normalde hiç aklıma gelmeyecek bir şekilde sele kelepçemin yedeğinin olup olmadığını soruyor. Tabi ki yok… Sonra anlatıyor; geçenlerde benim bisikletimin aynısından bir tane gelmiş ve sele kelepçesi hiç de mantıklı olmayan bir şekilde kırıkmış. “Bu markada bir iki kez daha karşılaşmıştım.” deyince canım sıkılıyor. “Yedeğiniz var mı?” diye sorunca; “Hayır yok, diğerini de Melbourne’e sipariş etmiştik ve gelmesi epey sürmüştü.” deyince keyfim iyiden iyiye kaçıyor. Melbourne’a bin iki yüz kilometreden fazla yolum var ve arada bir şey olursa iyi bir bisikletçi bulabileceğim hiç bir yer yok.

Sele kelepçesi… Kırılabileceği hiç aklıma gelmemişti. Ama öyle bir parça ki, kırıldığı anda sürüş çok zor hale gelecek. Tam ben suratımı buruşturup kafamı kaşımaya başlamışken Glen gelip; “hayırdır, ne oldu?” diye sorunca durumu anlatıyoruz. Ve o anda Glen Avustralya’daki üçüncü meleğim olma yolundaki ilk adımını atıyor.

İlk geldiğimde daha Karayel’in kutusunu açarken markasını görüp, “İyi seçim adamım, benim bisikletlerim de bu marka.” demişti. Şimdi de gökten inmişçesine; “Bende yedek kelepçe olacaktı bir bakayım.” diyor. Onunkiler dağ ve şehir bisikleti olduğu için kumpasla Karayel’in sele borusunun ölçüsünü alıp içeriye geçiyor. Az sonra döndüğünde ise elinde bir kelepçe yüzünde ise bir gülümseme var. “Şanslısın adamım.” diyor bana göz kırparken. Çabucak kelepçeyi deniyoruz. Aynen oturuyor. Ne diyebilirim ki, gerçekten de şanslıyım…

Glen ve Denis ile fotoğraf çektirip Karayel’e atlıyorum. Günler sonra yeniden eski dostumla buluşmak çok hoş. Adelaide caddeleri çöl yollarına nazaran biraz hareketli ve gürültülü ama olsun…

MÜKELLEF BİR YEMEK

Karayel’i odaya çıkarıp akşam yemeği için tekrar aşağıya iniyorum. Otelim zaten şehrin en büyük caddesinde olduğu için acele etmeden caddede yürümeye başlıyorum.

Artık hava kararmak üzere. Daha önce hiç bir yerde görmediğim pembe bir renge bürünmüş ve binlerce parçaya bölünmüş küçük pamuk parçalarını andıran minik bulutçuklarla kaplı gökyüzünü fark edince ağzım açık kalıyor. Gerçekten eşsiz…

Görüntünün sarhoşluğu ile yürümeye devam ederken bir yandan da kentin en güzel lokantalarını kesiyorum. Her ne kadar biraz daha medeni bir yerlere gelmiş olsam da, yolda nelerle karşılaşacağımı bilemediğim için, tekrar yola çıkmadan önce mutlaka güzel bir şeyler yemek konusunda kararlıyım.

İtalyan, Fransız, Lübnan, Çin, Thai ve Japon lokantalarının önünden geçiyorum. Hiç fena değil. Ama yine de tam istediğim şey bunlar değil diye düşünürken karşı kaldırımdaki bir lokanta dikkatimi çekiyor. Adı “Sosta” ama tabelasında ne mutfağı olduğuna dair hiç bir ipucu yok. Karşıya geçip kaldırımda duran kiosktaki menüsünü inceleyince aradığım şeyi bulduğumu anlıyorum.

Burası bir Arjantin Et Lokantası. Aklımın gerilerinde gizlenmiş kocaman ve leziz bir biftek görüntüsü, bu fırsatı bekliyormuşçasına aniden bilincime yükseliveriyor. “Evet, aradığım buydu işte!” diyorum kendi kendime ve hemen kaldırımdaki masaları kesmeye başlıyorum. Masif ahşaptan yapılmış, koyu renkli, sevimli ve hepi topu beş altı masadan ikisi boş.

ANY PLANS FOR WEEKEND ?…

Tam “Acaba hangisine otursam?” diye karar vermeye çalışırken arkamdan gelen çok hoş bir ses; “Hoş geldiniz.” diyerek beni karşılıyor. Dönmemle birlikte tam karşımda çok çekici ve gözlerinin içiyle gülen bir genç kız buluyorum.

İki boş masayı göstererek;” Hangisine isterseniz oturabilirsiniz.” derken neredeyse bütün varlığıyla gülümsüyor.

İçimden; “Bugüne kadar gördüğüm en güzel lokanta karşılamalarından birisi olmalı bu.” diye düşünürken aval aval bakıyor olmalıyım ki bu sefer komik bir şey görmüşçesine daha da gülüyor.

Utanıp en yakındaki masaya oturuyorum. Buralarda insanlar genelde kibar ama Avustralya’ya geldiğimden beri bu kadar içten ve bu kadar güzel gülümseyen birisiyle karşılaşmamış olduğum için ve bir de yol beni kibar dünyadan koparıp biraz öküzleştirdiğinden olsa gerek kendimi biraz yabani hissediyorum.

Anlamış olmalı ki çok da üstelemeyip içeri gidiyor. Elinde menü ile tekrar dönene kadar kendimi biraz toparlıyorum. O ise hiç bir şey olmamış gibi bana yemekleri anlatmaya koyuluyor. Karnım hala aç ama her şey öyle hoşuma gidiyor ki sanki şimdiden doymuş gibiyim. Pembe-turuncu bulutlarla dolu gökyüzü hala nefis, garsonum çekici ve ilgili, ayrıca birazdan yiyeceğim et ile ilgili en ufak bir kuşku bile duymuyorum. Keyfim gerçekten yerinde…

Yemek beni yanıltmıyor. Etin tadı gerçekten nefis. Bu kesinlikle Avustralya’ya geldiğimden beri yediğim en güzel şey. Üstüne eşsiz gökyüzünü ve krallara layık servisi de ekleyince bu sahne güzel bir anı olarak bu yolculukla ilgili hatıratımdaki yerini alıveriyor.

Hava kararıyor ve ne kadar uzatmaya çalışsam da sonunda bu güzel yemek bitiyor. Tam bir hüsran anı… Yelkenleri indirip, gemisi batmış kaptan edası ile hesabımı ödeyip odama dönmek üzere lokantanın içine yöneliyorum.

Garsonum Hara, az önce siparişimi verirken isimlerimizi paylaşmıştık, kasanın başında bir şeyler yapıyor. Ona doğru yürümeye başladığımda beni görüyor ve yine o eşsiz gülümsemesi ile karşılıyor.

Güney Amerikalıları andıran bir havası var. Esmer ve ortadan biraz uzun boylu. Teni çok koyu olmamasına rağmen biraz çikolatayı andırıyor. Pırıl pırıl parlayan kahverengi gözleri var. Nasıl anlatsam bilemiyorum ama bütünüyle öylesine yaşam dolu ve insanı kendisine davet eden bir hali var ki…

Ben de ister istemez gülümsüyorum. Üstelik bu sefer mal mal değil, çünkü artık karnım tok ve gerçekten keyfim yerinde.

O sırada beklemediğim bir şey oluyor. Hesabımı duymayı beklerken Hara gözlerimin içine bakarak; “Any plans for weekend?” deyiveriyor. Sanki biraz da çapkınca bakıyor gibi…

BİR DAHA ADELAIDE’A GELMEM ZOR GÖRÜNÜYOR

Bu soruyu gerçekten hiç beklemiyordum. O yüzden maalesef yine şapşallaşıp mal mal bakmaya başlıyorum.

O anda pek farkında değilim ama ilerleyen günlerde bu insan fakiri ülkede herkesin birileriyle bir şeyler yapmaya ne kadar da aç olduğunu daha iyi gördüğümde, Hara’nın bu davetkar bakışları benim için çok daha anlaşılır hale gelecek..

İçimdeki mağara adamının hoplayıp zıplamaya başlamasına rağmen, kalbimdeki müebbet tutuklu müzmin aşık devreye girip kibar ama kat’i bir şekilde “Bisiklet sürüyor olacağım.” deyince, biraz hayal kırıklığına uğruyor. Ama sanki tam anlayamamış gibi; “So?” diyerek, yine aynı davetkar ve bekleyen bakışlarla bakmaya devam ediyor.

Bir süre ne diyeceğimi bilemeyip bekliyorum. Ondan da bir ses çıkmıyor. Artık kesin darbeyi indirmek üzere; “Yarın sabah bisiklet ile Melbourne’e doğru yola çıkıyorum.” deyince gözlerinde bir bulutlanma görüyorum. Ama kasayla oynayarak dikkatimizi dağıttığı kısa bir aranın ardından yeniden güneş parlamaya başlıyor. Bir anda mod değiştiren kızın çenesi açılıyor; meğer o da uzun mesafe koşucusuymuş…

Az önceki bir şeyler bekleyen gözler bu sefer meraklı bakışlarla bakmaya başlıyorlar. Ne kadar sürdüğünü hatırlamıyorum ama epey bir konuşuyoruz yolculuğum hakkında. Az önce ne olduğunu pek kestiremediğim bir yerlere yuvarlanmak üzereyken, birden sanki uzun süredir birbirini tanımakta olan iki arkadaş gibi oluveriyoruz. Biraz garipsiyorum ama hoşuma da gitmiyor değil yani.

Sohbet ne kadar hoş olsa da tadında bırakmak lazım. Ayrılma vakti geliyor. her şey için çok teşekkür edip kendimi yeniden caddenin hareketli dünyasına bırakıveriyorum.

Bu Adelaide’da bir şeyler var. Geldiğimden beri sanki şeytan tüyümü ortaya çıkaran bir şeyler. Önce Hungrey Jack’s’teki “Bir ısırık” isteyen kız, şimdi de Hara… Bilemiyorum ama Şeyma’nın bu öyküyü okuduktan sonra bir daha beni yalnız başıma Adelaide’a göndereceğini pek sanmıyorum. Tıpkı ben de olsam onu göndermeyeceğim gibi…

Her neyse, egom tavan yapmış bir halde yürürken bir yandan da ertesi gün için planlar yapmaya başlıyorum. Sabah erkenden yola çıkabilmek için bir market bulup eksiklerimi tamamlamam ve mataraları doldurmam gerek.

Marketi buluyorum ama fiyatlar yine el yakıyor. yapacak bir şey yok. Meyve, kuruyemiş, sporcu içeceği ve su alıp odama çıkıyorum. Toplanma, hazırlık, yeni rota çalışması vs derken bir de bakıyorum ki vakit epey geç olmuş. Ertesi gün yeniden yollarda olacağım için hem heyecanlıyım hem de tedirgin.

Yatağa girip gözlerimi kapatıyorum…

YENİDEN YOLLARDA…

Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte kendimi hemen dışarı atıyorum. Konfor hoş bir şey ama beni bekleyen yol heyecanının yanında pek fazla şansı yok. Batı Avustralya’nın o son derece etkileyici vahşi doğasından ve ilham verici ıssız yollarından sonra Adelaide’in sokaklarından anayola çıkmaya çalıştığım o yirmi dakika bir türlü geçmek bilmiyor. Sonunda güneye doğru giden anayola çıkıp kentin dışına doğru tırmanmaya başlıyorum.

Daha sadece iki gün oldu ama ne kadar da özlemişim Karayel’in üzerinde yol almayı. Bambaşka bir büyüsü var yollarda olmanın, ileriye doğru hareket etmenin, her an hareket halinde olan dünyanın, ayın, güneşin, yıldızların ve tüm evrenin dansına katılmanın. Nasıl oluyorsa oluyor, Karayel’i pedallayıp yollarda akmaya başlar başlamaz sanki beynimdeki bir kimya laboratuvarında bütün varlığımı harekete geçiren bir formül devreye girip hayatın bütün rengini, şeklini değiştiriveriyor. Ve ben kendimi yine bir çocuk gibi meraklı, heyecanlı, neşeli ve capcanlı hissetmeye başlıyorum.

Adelaide tepelerinin arkasındaki uçsuz bucaksız ovalara inebilmek için yaklaşık altı yüz metre irtifaya çıkmam gerekiyor. Pek de kolay değil aslında ama günler sonra yeniden kavuştuğum o capcanlı ruh haliyle rampayı tırmanmak hiç de zor gelmiyor. Bir de fark ediyorum ki yine ağzım hafiften kulaklarıma varmaya başlamış…

Enerjim etrafıma saçılıyor olmalı ki yolda arkadaş edinmem pek uzun sürmüyor. Sabah sürüşüne çıkmış bir bir grup yanaşıp nereye gittiğimi soruyor. “Walla şimdilik ilk hedefim Melbourne” deyince haliyle ilgilerini çekiyor, boru değil bin küsür kilometre…

Hoş beş sohbet derken tepeyi buluyoruz. Gruptakiler; “Aşağıya doğru yollar çok karışık.” diyerek beni uyarıp, bir de güzelce yolu tarif ettikten sonra iyi yolculuklar dileyip Adelaide’a doğru geri dönüyorlar.

Ben de fırsattan istifade biraz dinlenip su içiyor ve navigasyon cihazından doğru yolu bulmaya çalışıyorum. Yalnız gerçekten de dedikleri kadar var. Yollar hem çok karışık, hem de çok birbirine benziyor. O yüzden dikkatli olsam iyi olacak…

KARADENİZ ?!…

Derin bir nefes alıp, Karayel’e yokuş aşağı yol veriyorum. Bu gerçekten harika bir şey… Biraz indikten sonra yeniden tırmanmaya başlıyorum. Sonra yeniden iniyor ve yeniden çıkıyorum. O bakir çevrede bunu o kadar uzun süre tekrarlıyorum ki bir süre sonra artık ne nerede, ne de hangi yükseklikte olduğumu kestiremez hale geliyorum.

Ama daha da kötüsü yine hiç beklenmedik şekilde hava bir anda değişiveriyor. Günlerdir neredeyse çöllerde bisiklet sürerken, kendimi bir anda Karadeniz’in yemyeşil tepeleri arasında kaybolmuş bir halde buluveriyorum. Etrafımı bir anda bulutlar kaplıyor. Neredeyse önümü bile göremiyorum. Önce nemden bütün giysilerim ıslanıyor, ardından da üşüyüp titremeye başlıyorum. Gerçekten de ne acayip memleket burası…

Yol kenarında durup yağmurluğumu giyiyor bir yandan da yolumu kaybetmemiş olmak için içimden dualar ediyorum. O kadar komik ki neredeyse her yüz metrede bir üç yollu bir kavşakla karşılaşıp, her seferinde durup navigasyon cihazından yolumu kontrol etme gereği duyuyorum. Gelip geçen de yok ki sorasın.

Derken kaybolmak paranoyası boktan havanın sıkıntısı ile birleşince keyfim kaçıyor. Ne aç-susuz ne de yataksız kalmak değil ama, yol iz bilmemek, bir de beklenmedik hava şartları bu yolculukların en zor yanları galiba ve şu anda ikisi de beni bulmuş durumda.

Yol kenarında kendimle konuşup ruh halimi düzeltmeye çalışıyorum. Tecrübelerimle sabit ki; böyle durumlarda yapılabilecek en iyi şey biraz durup, derin nefesler alarak beklemek.

Biraz dinlendikten sonra tekrar yola koyuluyorum. Şaka maka gerçekten de bir anda bambaşka bir ülkeye gelmiş gibiyim. O güne kadar hiç tanımadığım ağaçlar görüp hiç bilmediğim kokular alıyorum. Yol zorlu olsa bile bu gerçekten de eşsiz bir tecrübe. Derken ilk defa bir medeniyet işareti görüyorum: bir trafik levhası Çok ironik ama onda da: “Dikkat Vahşi Hayvan Çıkabilir” yazıyor. Olsun, yine de gülüyorum…

Avustralya’dan bahsederken neden “Yedi İklim, Yedi Coğrafya” dediklerini yavaş yavaş daha iyi anlamaya başlıyorum. Gerçi benim ülkem de bu konuda hiç fena değil ama buradaki değişimler çok ani ve çok daha dramatik gerçekleşiyor. Tabi bir de yabancısı olduğumdan olsa gerek proaktif davranıp tepkilerimi hazırlamakta geç kalıyorum… Neyse, öğreneceğiz elbet…

Bir vadiden aşağı doğru inip dibinde kendimi resmen tropik ama buz gibi soğuk bir ormanın içinde bulunca duruyorum. Hem korkutucu hem de çok değişik ve büyülü geliyor. Biraz etrafı seyredip ortamı dinliyorum. Bu sefer de daha önce hiç duymadığım kuş sesleri ile tanışıyorum.

Ortam gerçekten büyüleyici ama vakit neredeyse öğlen oldu ve ben hala bu acayip tepeleri aşıp ovaya inebilmiş değilim. Üstelik acıktım ve üşüyorum. Karayel’e binip kararlı bir şekilde pedallamaya başlıyorum. Etraf gerçekten çok değişik ve etkileyici ama artık bir an önce aşağıya inip güneşi görmem gerekiyor. Hasta olursam bir kaç gün; “Game Over” ki böyle pahalı bir yerde buna pek tahammülüm yok.

Ortamın büyüsünden sıyrılıp zikir misali hiç durmadan pedallayınca önce buluttan çıkıyorum, ardından devasa ağaçlar küçülmeye, ufuk iyice uzaklaşmaya başlıyor. Ve sonunda bir virajın ardından artık önümde sere serpe uzanan güneşli ova ile aynı hizaya iniyorum.

ÜZÜM BAĞLARI…

Bir an; “Az önce geçtiğim yerlerden gerçekten geçtim mi?” diye şüpheye düşüp, ardından gülümseyerek pedallara asılıveriyorum. Karayel altımda ovaya inmiş olmanın hevesiyle sanki daha bir hızlanıyor.

Dümdüz giden kaymak gibi yolun iki tarafı silme üzüm bağlarıyla dolu. O meşhur Avustralya şarapları buralarda yapılıyor demek ki… Hani daha önce üzüm bağı görmüştüm ama bunlar çok acayip, çünkü ucu bucağı görünmüyor. Büyülenmiş gibi Karayel’i kenara çekip üzümlerin arasında yürümeye başlıyorum. gerçekten de içine girdiğim sıranın sonu gözükmüyor. Bir yana geçiyorum, onun da sonu yok. Bir sıra daha gidiyorum, onun da… Çok acayip ve etkileyici. Kendimi sıranın görünmeyen ucuna doğru yürümemek için zor tutuyorum.

Aklım orada kalıyor ama ben tekrar yola koyuluyorum. Burası bir göller bölgesi. Ucu bucağı görünmeyen yolu takip ederken sağlı sollu pek çok ufak tefek gölü arkamızda bırakıyoruz. Bir süre daha ilerleyip, Murray nehrini geçmemiz gerekiyor. Adelaide çıkışındaki grup küçük bir feribot olduğunu söylemişti. Eğer doğruysa öğlen gibi nehri geçip, akşama da Meningie’de kalmayı planlıyorum.

Neyse ki doğru çıkıyor. Gerçekten küçük bir feribot var. Gerçi feribot demeye bin şahit ister. Daha çok dört beş araba alabilen bir sala benziyor. Nehrin iki kıyısını birleştiren bir halat var ve bu sal da o halatın üzerinden kaplumbağa hızıyla gidip gidip geliyor.

Sal kılıklı feribotun karşıdan gelmesini beklerken, karnımı doyurmak için biniş noktasının kenarındaki benzin istasyonunun marketine bir göz atmaya karar veriyorum. Tabi ki yine hüsran… İyi mutfağı olan bir ülkenin vatandaşı olup da gezgin olmak gerçekten ne büyük lanet!.

Her neyse, dürüm diye sattıkları karton gibi bir şeyi çiğneyip yutmaya çalışırken feribot bizim yakaya yanaşıyor. Hemen binip en önüne geçiyorum. Gençten bir çocuk kullanıyor. Kafasında da bir Krokodil Dundee şapkası, bir anda insana; “Avustralya’daydım ben di mi ya!” dedirten…

KÜÇÜK BİR SORUN…

Karşıya geçip tekrar yola koyuluyoruz. Artık üzüm bağları da yok. Hatta ağaç bile yok. Bildiğin dümdüz yol. Bir de üstüne üstlük karşıdan rüzgar çıkıyor. Ne kadar da hoş diye düşünürken daha kötüsü de oluyor; çişimin geldiğini fark ediyorum.

İyi hoş ama küçük bir sorunumuz var. Her yer o kadar dümdüz ve bitkiden yoksun ki çiş yapacak bir yer bulmak imkansız. Yol da aksine bir o kadar işlek; habire araba geçip duruyor. Umutsuzca bir iki dolandıktan sonra, hanımların nasıl çiş yaptığını tecrübe ediyor, artık dayanamaz hale gelince çömelip borcumu ödemeye başlıyorum. Yani bisiklet turunda başınıza gelebilecek zorlukları listele deseler, kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi herhalde. Bir de Murphy kanunu bu ya, ne gelen geçen araba bitmek biliyor, ne de benim icraat…

Neyse kızarıp bozarsam da işi halledip tekrar yola düşüyorum. Daha bir kilometre yol gitmiyorum ki arka teker patlıyor. Buyur burdan yak. Daha Meningie’ye baya bir yolum var. Üstelik kalacak yer de ayarlamadım. Bir de açık market bulmam yani saat beşten önce varmam şart. O yüzden çabucak lastiği değiştirip tekrar yola koyuluyorum.

Dümdüz yolda cepheden esen rüzgarla cebelleştiğim bir sürüşün ardından beşe on kala Meningie’ye varıyorum. Hemen markete dalıp sandviç ekmeği, ton balığı, muz, elma, çikolata ve su alıyorum. Allahım, ne kadar mutluyum…

Ama mutluluğum kısa sürüyor, çünkü elimdekilerle bisiklet sürüp kalacak bir yer bulmam lazım ki, hiç de kolay olmuyor. Önce kasabanın iki kilometre dışındaki karavan kampını denemeye karar veriyorum. Ama maalesef hiç yer yok. Tekrar kasabaya dönüp tıpış tıpış oranın tek moteline gidiyorum. Yine yüz dolarcık gidecek eminim, ama acaba yer var mı, o daha kritik…

Neyse ki boş bir oda var. Hava da bozmaya başlamıştı. Tam üşümeye başlamışken odaya geçip sıcak suyun altına girmek, bir süreliğine de olsa her sıkıntıyı unutturuyor.

Duştan çıkıp özene bezene hazırladığım ton balıklı sandviçleri ağır ağır mideye indiriyorum. Üstüne muz. Üstüne çikolata…

Karnım doyunca tatlı bir ağırlık çöküyor. Zaten baya yoruldum. Yüz yetmiş kilometreye yakın yol yaptım ki, Adelaide’in çıkışındaki rampa ve sonrasındaki tepeler gerçekten de zorluydu. Zaten ertesi gün yolum yine uzun, hava ağarmadan kalkıp yola düşmem lazım. O yüzden hiç kastırmayıp kocaman yatağa kendimi bırakıveriyorum.

SABAH TOPARLANMALARI

Biraz erken ama gergin uyanıyorum. Bacaklarım ve omuzlarım baya tutulmuş. İki gün dinlenmekle bile hamlamış gibiyim ama beni asıl geren şey bugün gideceğim yol. Şöyle ki; Kingston’a kadar sürmeyi planladığım yüz kırk kilometrelik yolun sadece altmışıncı kilometresinde, ‘Salt Creek’ diye bir yerde minik bir büfe var onun dışında durup su ve yiyecek tedariki yapabileceğim hiç bir yer yok. Ve önceki acı tecrübelerim yüzünden kafamda o küçük büfe ile ilgili pek çok soru işareti var.

Belki de erken uyanmamın sebebi bu gerginlik. Saat altı ve hava yedi gibi aydınlanacak. Bir an önce toparlanıp, vakit geldiğinde hazır olmalıyım. Ne olacağı belirsiz bir yolda en tolere edemeyeceğim şey kaybedilmiş sürüş zamanı.

Yalnız ne kadar az eşya almış olsam da her sabah toparlanmak zorunda olmak gerçekten de rampa tırmanmaktan bile daha bezdirici. Neyse, her güzel şeyin bir bedeli var işte. Ben de bugün gideceğim yolu hatırlayıp biraz neşeleniyorum. Okyanus boyunca güneye doğru ineceğim. Hatta yolum üzerinde okyanusla arama küçük bir tuz gölü de girecek. Hava durumu da iyi görünüyor. E daha ne olsun…

Hava aydınlanana kadar bir kaç dakika vaktim kalınca yatağa uzanıp bir nabız ölçümü yapıyorum… Gayet iyi çıktı. Sadece kaslarımda biraz ağırlık var ama eminim yola düşüp biraz ısınınca onlar da ritmini bulacak.

İlk ışıklarla birlikte odanın anahtarını posta kutusuna bırakıp yola düşüyorum. Kuş sesleri ile dolu, tertemiz bir sabah. Bakalım bu gün neler getirecek. Daha ilk pedallarla birlikte içim de heyecanla dolmaya başladı işte. Mükemmel…

Kasabayı çıkıp bir iki kilometre sonra okyanus kenarına ulaşıyorum. Hava iyice aydınlandı. Sessiz, sakin, uçsuz bucaksız görünen yol altımızda akmaya başlıyor. Sağ tarafımızda okyanus, sol yanımızda ise yeni doğmakta olan güneş ve uçsuz bucaksız çayırlar…

Hava biraz serin ama böylesi çok daha iyi. Hissetmekte olduğum heyecanın hafiften içimi titreten canlılığına öyle yakışıyor ki. Hele ki yüzümü yalayıp arkama dolanan rüzgarın oyunculuğuyla birleşince daha da bir gaza getiriyor. O yarım hipnoz haliyle neredeyse iki saat hiç durmadan pedallıyorum. Dünya altımızda arkaya doğru akarken Karayel ile ikimiz hareket halinde ilerliyor olmanın kıvancı ve son derece tatmin edici tatlı yorgunluğuyla evrendeki yerimize cuk oturuveriyoruz..

Yol o kadar boş, etraf o kadar ıssız ki, artık kendimi iyice salıp dans edermişçesine zik zak yaparak gitmeye başlıyorum. Rüzgar da arkama geçtiği için öylesine güzel oluyor ki tarif etmek neredeyse imkansız…

YENİDEN TATLI SÜRPRİZLER

Ve bu tatlı düş tabi ki bir süre sonra sona eriyor. Hem de alışık olduğumuz şekilde yine bir yarı kabusa dönme potansiyeliyle birlikte. Tam da tahmin ettiğim gibi Salt Creek’teki büfe kapalı. Ama hem artık alıştım hem de bu sefer ki kızamayacağım kadar komik.

Küçük kulübeye yaklaşıp normalde menü yazılan kara tahtadakileri okuyunca gülmeden edemiyorum: İn cin top oynayan bir yerdeki bu minik işletme, ruhsatı olmadığı için kapatılmış!!! “Hay çok yaşayın e mi. Budur…”

Neyse, tabi ki tedbirli davranıp yanıma ekstradan su ve yiyecek almıştım. Gerçi hesapta olmayan sırt çantasının kayışları omuzlarımı kesip duruyor ama aç susuz kalmaktan iyidir…

Normalde kızıp üzülmem gerekirken, bu sefer zafer kazanmış bir kumandan edasıyla ve içimden; “Biliyordum zaten.” diyerek bir güzel tıkınıyorum. Tabi aşırı tüketim yapmamaya çalışarak. Özellikle de suyu temkinli içiyorum. Çünkü hava epey ısınacak gibi görünüyor ve önümde daha blok halinde gidilecek seksen kilometre yol var.

Dinlenmek için oturup sırtımı bir ağaca dayayınca içimden; “Gerçekten de geldiğime değdi.” diye düşünüyorum. Yani anlatsalar kesin inanmazdım ama insan gözleriyle görüp bire bir tecrübe edince daha iyi anlıyor. Bu kıtada o kadar az insan var ki, o yüzden herhangi bir ekonomik faaliyet hiç de makul değil. İstediğiniz kadar mola tesisi veya benzinci yapın, birinci ayına kalmadan batmanız garanti… Ama şu an şahit olduğum şey gerçekten de evlere şenlik; “Bu kadar zorluğa rağmen açılmış bir yeri de ruhsatı yok diye kapatmışlar. Hayat çok şakacısın…”

Karnım doydu ve bu sefer faka basmadığım için keyfim yerinde. O keyifle seksen kilometrelik neredeyse dümdüz yolu içkiymiş gibi içiyorum. Resmen sarhoş olup başka bir boyuta geçtim. Önce mekan duygum, arkasından da zaman algım yavaş yavaş kayboluyor. Giderek “Ben” duygusu da anlamını yitirip artık neredeyse hiç bir şey düşünmeden, sadece bir yanı uçsuz bucaksız çayırlarla diğer tarafı da uçsuz bucaksız okyanusla çevrili sonsuza dek gidiyormuş gibi görünen yolda akıyorum…

Saatler süren homojen bir sürüşün ardından akşama doğru Kingston sapağında bir benzincide mola veriyorum. Öğlen de doğru dürüst bir şey yemediğim için çok acıktım. Ama ilk iş artık kendi ambargomu kaldırabildiğim için mataramdan kana kana su içiyorum. Bu gerçekten harika…

SUBWAY’DE BOLLUK STRESİ

Benzinci’de bir de Subway dükkanı var. İşte bu da keyfin katmeri oluyor. Yalnız baya strese giriyorum. Çünkü sandviçlerin hepsi birbirinden güzel görünüyor ve hepsini birden yemek isteyince seçim yapmak haliyle biraz zor…

Neyse sandviç ile kolamı alıp dışarıdaki tahta piknik masasında bir güzel götürürken bir yandan da etrafı kesiyorum. Etrafta bir iki genç var. Arabalarında da sörf tahtaları. Glen’in söylediklerini hatırlıyorum, buraya kırk kilometre mesafedeki Robe için; “Buraların Marmaris, Bodrum’u” babında bir şeyler söylemişti. Tiplere biraz daha göz gezdirince söyledikleri biraz anlam kazanıyor.

Bütün gün neredeyse yüz elli kilometre yol yaptım ve yorgunum ama Kingston’da kalmaktansa kırk kilometre daha yapıp Robe’a gitme fikri daha ağır basıyor. Elimi çabuk tutarsam hava kararmadan varabilirmişim gibi geliyor. Bu arada lojistik ekibe mesaj atıp, Robe’da uygun bir yer bulmalarını rica ediyorum. Aramızda neredeyse sekiz saat var ve benim odaya ihtiyaç duyduğum saatlerde bizimkiler neredeyse daha ancak ayılmış oluyorlar.

“Umarım çabuk hallederler.” dilekleriyle tekrar yola düşüyorum. Ama berbat bir ters rüzgar bütün keyfimi kaçırıyor. Ve o sıkıntıyla daha bir iki kilometre bile gidemeden arka lastiğin yine inmekte olduğunu fark ediyorum. “Bir bu eksikti yani.”. Her seferinde tam da acele etmem gereken ve yorgun olduğum anları buluyor olması ne kadar da manidar bu rüzgar-lastik ekürisinin.

Lastiği şişirip değiştirmeden biraz daha gitmeye karar veriyorum; “Bakalım ne kadar idare edecek?”. Bazen patlaklar gerçekten küçük olduğunda her hava basışta bir on kilometre götürebiliyor; “Yine öyle bir şeyse Robe’a kadar bir otuz kırk kilometre idare edebilirim belki.” diye düşünüyorum. Bu arada canım da sıkılmıyor değil çünkü üst üste üçüncü kez yine arka teker patladı ve ister istemez; “Acaba dış lastikte bir sıkıntı mı var?” diye endişelenmeden edemiyorum. İlk patlaktan sonra dış lastiği baya bir kontrol etmiştim içinde diken falan kalmasın diye ama yine de aynı lastikte patlaklar tekerrür edince canım sıkılıyor haliyle. Yardım almaya karar verip, birer mesaj da Veli ile Gürsel abiye gönderiyorum.

Gerçekten de bastığım hava on kilometreye yakın idare edince üç lastik molası daha vererek Robe’a ulaşıyorum. Canım sıkkın çünkü ertesi gün Mount Gambier’dan yani bisikletçi olan bir şehirden geçeceğim ama günlerden Pazar olduğu için kapalı olacak. Şu lastik de tam zamanını buldu yani.

SAKIN YARDIM BEKLEME

Neyse ki bu arada Evrim Karavan kampında bir oda ayarlamış bile. Bu haberle biraz keyfim yerine geliyor. yerini soracağım ama tabi ki etrafta kimse görünmüyor. Neyse ki navigasyon aleti var. Yalnız o uçsuz bucaksız yollar boyunca hiç kullanmayıp da medeniyete gelince ihtiyaç duyuyor olmak gerçekten çok ironik. Bir de ister istemez; “Yahu bu batılılar birbirleriyle konuşmak zorunda kalmamak için icat etmiş olmasınlar bu aleti?!” diye düşününce, o sokaklarına herkesin sandalye atıp bütün gün dedikodu yaptığı küçük Akdeniz kasabalarımız burnumda tütüyor birden…

Navigasyonu takip ederek çabucak varıyorum karavan kampına. Çok güzel ve rengarenk küçük bungalowlar görünüyor; “Bunlardan biri olmalı herhalde.” diye düşünüyorum ama tabi ki yine ortalıkta kimse yok. Ve yine kısa süren bir dedektiflik çalışması sonucunda büyükçe posta kutusu tarzı bir dolabın içinde anahtarımı ve açıklayıcı broşürleri buluveriyorum. Artık baya bi tecrübelendim ne de olsa. Kilit nokta şu; “Sakın birisinin gelip sana yardımcı olmasını bekleme?!”, gerisi kendiliğinden oluveriyor…

Ortalıkta kimse görünmemesine rağmen park yeri baya dolu. Özellikle de karavanlarla. Aslında bu mesele de artık zihnimde iyice oturmaya başladı. Düşük nüfus ve hareket yüzünden mola tesislerinin karlı olamayacağı bu kadar uçsuz bucaksız topraklarda tabi ki yerleşik otel kültürünün gelişmesi de çok zor. O yüzden en akıllıca çözüm tatilini yanında taşımak oluyor. Ne mola yerine, ne lokantaya ne de otele ihtiyaç duyuyorsun. Son derece makul bir çözüm… Ama maalesef benim gibi tatilini yanında taşıyamayanlar için hiç de uygun olmuyor…

MİNİK KIRMIZI KULÜBEM

Minik kulübem kırmızı, tam da sevdiğim gibi. Aceleyle içine girip Karayel’i duvara yaslıyorum. Son derece cazip görünen yatağa uzanmamak için kendimi zor tutuyorum. Çünkü az önce kente girerken Avustralya taşrasında ilk defa saat yediye kadar açık bir süpermarket gördüm ve saat neredeyse yedi olmak üzere.

Yatıp kalmak için içim gidiyor ama kendimi zorlayıp dışarı çıkıyorum. Üstelik burası şehrin iki kilometre dışında ve yürüyerek yetişmem imkansız. O yüzden Karayel’i almam gerek. Bir anda patlak lastiği hatırlayınca ağzımdan bir küfür kaçıveriyor. Umarım ben lastikle uğraşırken market kapanmaz. İşte böyle sınırda ve sadece yetecek kadarıyla yaşamaya çalıştığın zaman, en ufak bir aksilik bile büyük bir sorunlar zincirine dönüşebiliyor. O yüzden bir anda memleket öyle bir gözümde tütüyor ki: Ne olursa olsun yedi yirmi dört açık bir yer bulabileceğim güzel memleketim…

Lastiğinin yarısını şişirdiğim Karayel’i, kapanmasına on dakika kala Foodland’in önündeki direğe kilitleyip mağazaya giriyorum. Alışveriş yapabilmek ne kadar harikaysa, bunu zaman stresiyle yapmak zorunda olmak da bir o kadar berbat. Yine de ekmek, su, salam, kaşar, çikolata, fıstık vs derken bütün ihtiyaçlarımı almayı başarıyorum. Ah şimdi o markette bir saat dolaşmak vardı…

“Neyse buna da şükür!” diyerek Karayel’in yanına gidiyorum. Kilidini açıp, aldıklarımı orasına burasına yükleyene kadar bir de bakıyorum ki içeride kimse kalmamış, market müdürü de kapıyı kilitliyor.

ÇÖLDE BİR VAHA: “LISHA”

Yine içimdeki meraklı kediler ayaklanıp; “Yahu arkadaş iş yerinizden bu kadar koşarcasına tüyüyorsunuz da birinizi de dışarıda bir şey yaparken görsem içim yanmayacak!” diye hayıflanıp etrafa bakınırken “Lisha” ile göz göze geliyoruz.

İnanılmaz ama sanki onda da bendeki market çalışanlarına sitem eden bakışın aynısının tıpkısı var. O yüzden içimi aniden sanki çok uzun zamandır birbirimizi tanıyormuşuz gibi bir his kaplıyor.

O bakışmanın ardından gayrı ihtiyari, önce merhabalaşıp, ardından da sohbet etmeye başlıyoruz. Lisha benim yaşlarımda Lübnan kökenli iriyarı bir Avustralya’lı. Yanındaki Aussie Avustralya’lı karısıyla markette kasiyerlik yapan kızını almaya gelmişler. İriliği dışında tipik bir Ortadoğu’lu. Esmer tenli ve dazlak kafalı. Pırıl pırıl parlayan kapkara gözleri ve insanı ele geçiren kıpır kıpır bir enerjisi var. Buralarda görmeye hiç de alışık olmadığım bir şey olduğu için beni hemen etki altına alıveriyor.

Marketin önünde, onlar arabalarının başında, ben de Karayel’in yanında sohbet etmeye başlıyoruz. Lisha da benim için aynı şeyleri düşünüyor olacak ki bir yandan Karayel’i gösterip bir yandan da uyuşuk bir şekilde marketten uzaklaşanları işaret ederek; “Sonunda sayende kasabaya biraz kan geldi anlaşılan!” deyip bir kahkaha patlatıyor. Ne dediğini çok iyi anladığımdan ben de gülüyorum ve bir anda aramızda sıkı bir bağ oluşuveriyor.

Lisha gerçekten de patlamaya hazır bir bomba gibi, enerjisi insanı alıp sürüklüyor. Karısı çok daha sakin. Annesi gibi tipik bir Avustralya’lı olan kızı ise sürekli gülümseyip duruyor. Uzun zamandır ilk defa sanki yalnızlığımı biraz da olursa unutur gibi oluyorum. Öyle hoşuma gidiyor ki…

Orada öylece Lisha kendi hikayesini ben de kendiminkini anlatırken bir de bakıyoruz ki hava kararmış. Eşinin uyarmasıyla kısa bir sessizlik yaşıyoruz. Ardından Lisha eşine kızı alıp eve gitmesini, kendisinin de benimle biraz takılıp döneceğini söylüyor.

Hanımlar arabaya atlayıp gidince ben de Lisha’nın arabasının önüne geçerek Karayel’le karavan parkına doğru yola düşüyorum. Eşyaları bırakıp Lisha’nın arabasına geçmemle birlikte Robe sahiline gidiyoruz. Sahilde kocaman ağaçlar ve altlarında bizim mesire yerlerindekine benzer piknik masaları var. Arabayı bir tanesinin yanına çekiyor ve sohbete orada devam ediyoruz.

Annesi, Lübnan’lı değil diye karısıyla evlenmesine karşı çıkmış. Onlar da yıllar önce Sydney’den kaçıp buraya göçmüşler. Yirmili yaşlarda bir oğulları ve on yedi yaşında bir kızları var.

“Çok çalışırız, hem de iyi çalışırız. Her işi yaptık, yapmadığımız şey kalmadı. Üstelik bu civarda her işi de en iyi biz yaparız, ama yine de kendimizi sevdiremeyiz, çünkü ben Aussie değilim.” diye sitem ettiğinde içindeki kızgınlık sanki elle tutulur hale geliyor…

Biraz da ben anlatıyorum. İlgiyle dinliyor ve; “Az önce şaka etmemiştim. Gerçekten buralarda kan yok. Sayende uzun zamandır ilk defa kanlı canlı biriyle konuşuyormuş gibi hissediyorum.” diyor…

Avustralya’dan, Türkiye’den, Ortadoğu’dan konuşurken vakit akıp gidiyor. Saat artık neredeyse dokuza gelirken etraftaki bir iki lokantanın da kapanmakta olduğunu fark ediyorum.

Yani Glen Kingston ve Robe için buraların tatil beldeleri dediğinde kendi yapıştırmış olduğum; “Buraların Bodrum Marmaris’i galiba.” yaftasına yine nasıl olup da kendimi inandırdığıma hayıflanıp; “Lisha, bu lokantalar kapanmadan karnımı doyursam iyi olacak.” deyince biraz düşündükten sonra; “Boş ver bunları. Hiç biri beş para etmez. Hadi bize gidelim de karnına adam gibi bir şeyler girsin. Üstelik civarın en iyi aşçısı da benim zaten.” deyip göz kırpınca bana da söyleyecek çok fazla bir şey kalmıyor…

AVUSTRALYA’NIN CADDELERİ

Arabaya binip anayola çıkıyor, zifiri karanlığın içerisinde ilerlemeye başlıyoruz. Ben istemeden; “Kasabada oturduğunuzu sanıyordum.” deyince Lisha; “E öyle zaten.” diye cevaplıyor. Bundan sonra yaşadıklarım ise başlangıçtan beri hatalı olan kafamdaki “Avustralya Kasabası” kavramının sonunda gerçek yerine oturmasını ve bu güne kadar çekmiş olduğum sıkıntıların alt yapısını sonunda anlamamı sağlıyor…

Karanlıkta bir iki kilometre daha gidiyoruz. Tek gördüğümüz ise beş yüz metrede bir sağa veya sola ayrılan minicik toprak yollar. Sonunda bunlardan bir tanesine dönüp tangır tungur ilerlemeye başladığımızda Lisha; “İşte bu bizim cadde” diyor. Doğru anladığımdan emin olmak için tekrarlıyorum; “Sizin cadde mi?”…

Daha sonra aramızda şuna benzer bir diyalog geçiyor;

“Sizin caddenin uzunluğu ne kadar?”
“Yirmi sekiz kilometre.”
“Hep böyle toprak yol mu?”
“Evet.”
“Peki kasabada böyle kaç cadde var?”
“Beş ya da altı?”
“Peki sizin caddede kaç komşusunuz?
“Beş. Ama bizimki fazla sayılır, diğer caddelerde ortalama üç civarında…”

Demek Avustralya’da tabelasını bulup kendisini bulamadığım kasabalar, tabelanın civarında anayolun kenarında görüp anlam veremediğim bu şose yolların üzerindelermiş.

O sırada yanından geçmekte olduğumuz bir kapıyı gösteren Lisha; “Bak bu komşum Mc Donald’s’ın et tedarikçisi.” deyince şaşkınlıkla; “İyi ama buralarda hiç insan yok ki, bu kadar hayvanı nasıl besliyorsunuz?” diye sormadan edemiyorum.

Bu kez şaşırma sırası Lisha’ya geçiyor; “İnsana neden ihtiyaç olsun ki? Sığırları uçsuz bucaksız otlaklara salıyoruz, satılacakları zaman da gidip topluyoruz.” deyince bütün jetonlarım teker teker düşmeye başlıyor.

Öyle ya; bu insanlar sadece bu zenginlikleri toplamak için burada bulunuyorlar yoksa onları üretmek için değil. Madenler, hayvanlar, ağaçlar, vs hepsi zaten oradalar ve zaten dünyanın geri kalanından o kadar uzakta oldukları için hala var olabiliyorlar…

O yüzden gördüğüm herkes sanki sürekli kalacağı bir yerde yaşıyormuş gibi değil de, bizim mevsimlik hasat işçileri gibi geçici olarak geldiği bir yerde, dünyanın ‘Down-Under’ında bir an önce küpünü ve gününü doldurmaya çalışıyormuş gibi davranıyor.

Gerçekten de burası dünyanın geri kalanından o kadar uzak ve izole ki. O yüzden zengin olsa da can sıkıntısına gark olmuş. Yine o yüzden kimse buralarda kalmak istemiyor, ve kimsecikler olmadığı için de her şey o kadar kıt ve pahalıya geliyor.

Bir an bizim oraları, fakirlikten dert yanıp duranları düşünüyorum da… Hangisi daha kötü acaba ? Azla yetinmek zorunda olmak mı, yoksa zengin olsan da yalnız ve izole kalmak mı ? Karar veremiyorum…

KENDİ KENDİNE YETECEKSİN

Yirmi sekiz kilometrenin ardından Lisha’nın evine vardığımızda bu düşüncelerim daha da pekişiyor. Çapı neredeyse on beş yirmi metre olan ve üç dört metre yüksekliğinde koca bir yağmur suyu biriktirme tankı ortamın efendisi gibi orta yerde duruyor. Diğer yanda ise yine kocaman yakıt tankını ve jeneratörü görüyorum. Lisha pekiştirmek istercesine; “Buralarda hiç bir şeyin şebekesi yoktur. Her şeyi kendin halledersin.” diyor.

O hızla bana sanki mücevherleriymiş gibi sebze bahçesini ve meyve ağaçlarını gösteriyor. O anda marketteki yiyecek içeceğin neden o kadar pahalı olduğu kafama daha bir dank ediyor. Bu kıtada gerçekten çok az insan var ve hepsi ancak kendisine yetecek kadar bir şeyler yetiştirebiliyor, mesafeler korkunç o yüzden de her şeyi taşıma yerine yerelde halletmek zorundasın ve benim gibi dışarıdan geldiysen başın büyük belada…

Ben yeni keşiflerimi hazmederken Lisha sofrayı hazırlamış bile. Hep birlikte oturuyoruz. Öyle sıcak bir ortam ki. Bir de ister istemez, izlediğim Western filmlerindeki aile sahnelerini hatırlatıyor. Tam da bunu düşündüğümü hissetmiş gibi evin hanımı elele tutuşup yemek duası etmemizi istemez mi. Gülümsüyorum…

Lisha’nın yemekleri gerçekten nefis, balkabağı çorbası, humus, yeşil mercimek… Günler sonra ilk defa soğanlı bir şeyler yiyince bu sefer kendimi gerçekten evdeymiş gibi hissediyorum…

Lisha’nın hikayeleri de müthiş. Gitmediği yer, yapmadığı iş, kırmadığı şişe kalmamış. İçeri de girip çıkmış. Hem de tam beş sene yatmış büyük kızını aldatan kocasını hastanelik ettiği için. O olaydan sonra evlat edindiği torunu Iliana da masada tam karşımda oturuyor. Beş yaşında ve aşk dolu gözlerle sürekli kendisine takılıp duran Lisha’ya bakıp kıkırdıyor…

“Şimdi değdi bu geziyi yaptığıma!” diye düşünüyorum içimden. Belki onları bir daha göremeyeceğim ama yine de dünyada hala böyle samimi ve sevecen olabilecek kadar cesur insanların kaldığını görmek, üstelik dünyanın öbür ucuna gitsem bile onlarla karşılaşabileceğimi bilmek gerçekten de paha biçilmez…

Yemek bitiyor ama sohbet bitmeyince bir türlü masadan kalkamıyoruz. Lisha emekli olunca taşınmayı düşündüğü, hep gülümseyen mütevazı insanların ülkesi Tazmanya’yı anlata anlata bitiremeyip benim de zihnime yerleştiriyor. Büyük oğlan o sırada bana arazide bulduğu çok güzel yeşil bir Malakot taşı hediye edince duygulanıp ben de ona bir nazar boncuğu veriyorum.

WICKED VAN

Bir ara konaklama konusunda çektiğim sıkıntıları anlatınca Lisha “Wicked Van” diye bir hizmetten bahsediyor; “Neredeyse bütün yabancılar Avustralya’yı böyle dolaşıyor.” deyince ilgiyle dinliyorum. Söylediğine göre arkası yatak haline getirilmiş ve ufak tefek mutfak aletleriyle donatılmış kiralık minibüsler varmış ve günlüğü kırk dolar civarında kiralanabiliyormuş. Gerçekten çok ilgimi çekiyor. Batı Avustralya’da çölü geçmek için o kadar uğraşmama rağmen ne otobüs, ne tren ne de kiralık araba bulabilmiştim. Oysa ki böyle bir minibüs kiralayabilseydim, hem uçağa o kadar para vermek zorunda kalmayacaktım, hem de yerden gezerek gitmiş olacaktım. Bu konuyu derinlemesine araştırmaya karar veriyorum. Şu anda pek ihtiyacım kalmamış gibi görünüyor ama bir sakatlık veya Karayel’de oluşacak ciddi bir hasar durumunda cepte iyi bir çözüm olacağı kesin…

Hiç kalkmak istemiyorum ama bir de bakıyorum ki saat on biri geçmiş. Odaya dönmek için gitmemiz gereken otuz kilometrelik şose bir yol, pardon ‘Cadde’ var. Nereden baksan kırk beş dakika çeker. Üstüne üstlük odaya dönünce lastiği onarmam, çamaşır yıkamam ve sabah için de hazırlık yapmam gerekiyor.

Kibarca izin istiyorum. Uzun süren bir vedalaşmanın ardından Lisha ile yola düşüyoruz. Dönüş yolunda caddede giderken nedense aklıma bizim Bağdat Caddesi geliyor. Kendi kendime gülüyorum. Tam o sırada telefonum çalıyor. Arayan Şeyma. O ruh halinin üzerine öyle iyi geliyor ki…

Geç kaldığımı, daha lastik onaracağımı vs söyleyince; “Boşver yarın geç kalk. Hem dinlenirsin biraz.” diyor. “Aslında hiç fena fikir değil!” diye düşünüyorum. “Yarın erken kalksam bile öğlen Mount Gambier’da olacağım ki bisikletçi kapalı olacağından Pazar günü orada olmak aslında hiç bir işime yaramayacak. Oysa ki sabah geç kalkıp iyi bir kahvaltı edebilir, eksiklerimi tamamlayabilir, akşam da Mount Gambier’da kalıp Pazartesi ihtiyaçlarımı tamamladıktan sonra yola devam edebilirim.” diye düşününce keyfim yerine geliyor.

Yol boyunca Lisha ile çene çalıp dünyayı kurtarıyoruz. Derken yol bitiyor ve ayrılma vakti geliyor. Çölde vaha gibi bulup bulup çok sevdiğin birisinden, bir daha görüp göremeyeceğini bilemeden ayrılmak gerçekten de çok zor. Ama yapacak bir şey yok. Bir gün tekrar görüşmek üzere sözleşiyoruz ve Lisha arabasıyla manevra yapıp karanlıkta kayboluyor.

Hüzünlüyüm ama yine de okulu ertesi gün kar tatiline girmiş çocuk edasıyla kırmızı kulübeme girip yatağa dalıyor, sabaha kadar da uyanmıyorum…

TATİL SABAHI


Saat sekiz gibi üzerimde tatlı bir tembellikle uyanıp yataktan kalkmadan sağı solu kesiyorum. “Öyle ya bu sabahı kendime tatil ettim, biraz tadını çıkarayım bari!” düşüncesi öyle tatlı geliyor ki. Hemen pikenin altında cenin pozisyonu alıp önce on dakika sağıma, sonra da on dakika soluma yatıyorum. Her yerim tatlı tatlı karıncalanıyor. Dünyanın en asimetrik ve haksız savaşı şu zorluklara göğüs germek ile konfora alışmak arasında olandır herhalde. Birine bir türlü alışamazken, öbürünün düşüncesi bile yeterli geliyor…

Bir süre çocuk gibi yatak keyfi yaptıktan sonra Wicked Van işini araştırıyorum. Gerçekten de çok uygun bir seçenek. İki kişi, günlük kırk dolara hem nakliye aracını hem de konaklamanı halledebiliyorsun. Üstelik her yer senin, nerede istiyorsan orada takıl. Bir iki günde bir ucuz otel bulup çamaşır, duş vs işini de hallettin mi senden iyisi olmaz yani. “Neyse en kötü ihtimal, yani sakatlık veya büyük arıza vs durumlarında bir seçeneğim var artık.” diyerek seviniyorum.

Biraz daha oyalanıp saat dokuz buçuk gibi sevimli kırmızı kulübemle vedalaşarak yola düşüyorum. Yine karşıdan esen rüzgar dışında yarım saat kadar hiç kayda değer bir şey olmuyor. Vaktim var ya, kastırmadan ıslık çala çala giderken birdenbire nereden çıktığını hiç anlamadığım kocaman bir kanguru az ilerimde zıplayarak karşıdan karşıya geçiyor. Öyle komik ki, devasa bir tavşan gibi bir şey. Ama bir o kadar da atik ve enerjik. Çok hoşuma gidiyor. Peşine düşmeye çalışıyorum ama nafile. Geldiği gibi aniden kayboluyor…

O sırada rüzgar iyice çekiliyor. Hatta neredeyse tamamen kesilince kaymak gibi yolda otuz beş kilometre hızla rüzgar gibi gitmeye başlıyorum. O sırada o dümdüz ve pürüzsüz yol önce gözüme sonra da aklıma takılıyor. Birdenbire içimden; “Bilgisayar vs de neymiş, aslında ‘Yol’ en büyük icatlardan birisi!” diye düşünmeden edemiyorum. Öyle ya yollar olmasa bugün sahip olduğumuz şeylerin çoğu gerçek olabilir miydi ? Elbette hayır… O anda o güzel yol daha başka bir kıymet kazanıyor gözlerimde. Sadece üzerinde taşıtların gitmekte olduğu bir şey olmaktan çıkıp, insanları ve düşünceleri birleştiren, birbirine bağlayan bir kaynakçı haline geliveriyor…

VE İLK WOMBAT

Tam kendi kendime; “Yollar olmasaydı, neler olmazdı?” diye sorup cevapları saymaya çalıştığım sırada yolun kenarında yatmakta olan genç bir wombat görüyorum. Uyuyormuş gibi görünüyor. Öyle tatlı ve pofuduk bir şey ki. Hemen durup yanına gidiyorum. Bir süre seyredip hareket etmediğini görünce bir kere de dürtüyorum. Yine tepki alamayınca canım sıkılıyor. Hayal kırıklığıyla; “Ölmüş.” diye mırıldanıyorum kendi kendime. Galiba araba çarpmış ama niyeyse etrafta hiç kan izi yok. Çok yeni ölmüş olmalı çünkü o kadar sağlıklı görünüyor ki canlı olduğuna yemin edebilirim.

Wombatcığı orada bırakıp tekrar yola düşüyorum; “Bugün hayvanlardan yana şansım açık görünüyor. Bakalım daha nelerle karşılaşacağız?” diye düşünerek dümdüz uzayan yoluma devam ediyorum.

Niyetim Robe’dan kırk kilometre uzaklıktaki sayfiye yeri Beachport’ta kahvaltı etmek. Lisha ve eşi de çok methetmişlerdi. Saat on bire doğru kasabanın dışına geliyorum. Tam bir sapakta durmuş yönümü tayin etmeye çalışıyorum ki, yanımda bir kamyonet duruyor ve Avustralya’da bisiklet binmeye başladığımdan beri ilk defa yerli birisi iyi olup olmadığımı soruyor. O kadar şaşırıyorum ki bir süre ağzımı açamayıp ardından zar zor; “İyiyim, çok teşekkürler.” demeyi başarıyorum. “Vay be, bir yaşıma daha girdim!”

Beachport gerçekten de dedikleri kadar var. Okyanus muhteşem. Masmavi sığ bir lagünün kıyısına kurulmuş kasabanın evleri ise sanki şekerleme gibi duruyor. Ama hepsi bir yana, o güne kadar görmüş olduğum en muhteşem iskele ile karşılaşıyorum. Hiç abartısız lagünün içine doğru en az beş yüz metre gidiyor. “İşte bu gerçekten görmeye değer.” Hava da güzel. Gökyüzü masmavi ve orasında burasında pamuk pamuk bulutçuklar var. “Tam fotoğraflık!” diye düşünüp Karayel’in poz poz resimlerini çekiyorum o muhteşem iskelenin üzerinde…

KAHVALTIDA PANCAKE

Gözüm doyunca bu sefer aklım mideme kaymaya başlıyor ve iskelenin arkasındaki küçük kafeyi keşfetmem çok uzun sürmüyor. Üstelik bahçesinde masaları da var.

Ne zamandır Pancake ile kahvaltı etmemiştim. O kadar yiyorum ki resmen göbeğim çıkıyor… Bir on beş dakika da o halde güneşlenip ardından yavaş yavaş tekrar yola koyuluyorum.

Rüzgar yine arkamda ve hiç zorlanmadan saatte kırk kilometre hızla gitmeye başlıyorum; “Tok karnına da harika oldu gerçekten!”.

Her şey yolunda gidince nasıl olduğunu anlamadan bir anda Milicent’e geliyorum. Yol üzerinde bir IGA Market görünce son zamanlarda gelişen yeni refleksim gereği duruyorum. Aslında bir şeye ihtiyacım yok ama yine de girip dörtlü bir cupcake ve içecek alıyorum. Tok karnına ve sırf aç gözlülüğümden, market kapısının önünde dilenciler gibi mideye indirip sağa sola bakınarak geğiriyorum. Kötü olduğunu biliyorum ama çok hoşuma gidiyor. Yaramazca bir mutluluk hissediyorum…

Karnım tok olunca aklım hemen sırtıma kayıyor haliyle. Evrim ile yazışıp oda işini ne yaptığını soruyorum. Bu “Lojistik Destek ekibi” işi gerçekten de çok iyi oldu… Beş dakika sonra cevap geliyor. Bu akşam için hapishaneden bozma bir hostelde bir odam var. Budur…

Yolun kalan kısmında hafiften tırmanmaya başlıyorum. Ve çok acayip bir şekilde coğrafya yine aniden değişmeye başlıyor. Uçsuz bucaksız çayırlıklar bir anda yerlerini koca koca çam ağaçlarına bırakmaya başlıyorlar.

Bir kaç kilometre sonra ise İsviçre’de olduğuma yemin edebilirim. Yani virajı dönünce mor Milka ineğiyle karşılaşsam şaşırmayacağım, o kadar…

ŞAKA DEĞİL, GERÇEKTEN HAPİSHANE

Ağzım bir karış açık halde Mount Gambier’a varmam uzun sürmüyor. Evrim; “Hostel hapishaneden bozma!” derken mecaz anlamda benimle kafa buluyor sanmıştım ama daha dışarıdan görür görmez anlıyorum ki hostel gerçekten de eski bir hapishane elden geçirilerek yapılmış.

Tabi ki yine kapı duvar. Hatta bu sefer ki daha da beter. Bildiğin kale kapısı.. Ve tabi ki yine kenarda talimatlar beni bekliyor; “Şu şifreyle dış kapıyı aç, oda anahtarın şurada, mutfak ve tuvaletler broşürün bilmem kaçıncı sayfasında işaretli, vs, vs…”.

Neyse girip içeriyi kolaçan ediyorum. Koca bir avlunun etrafına sıra sıra dizilmiş demir kapılı hücreler artık hostel odası görevi görüyorlar. Eski gardiyan ofisi de mutfak ve ortak alan olmuş. “Benden başka kimse var mı acaba?” diye kolaçan edince mutfaktaki genç bir çift dışında hiç kimseyi göremiyorum. Onlar da sanki biraz özellikle kendilerini buraya hapsetmiş gibi biraz iç içe girmiş olduklarından hiç bulaşmadan kendi hücreme geçiyorum.

Şaka değil, burası gerçekten bir hücre. Ve zaten müsait olan ruh halimle ben de kendimi gerçekten bir mahkum gibi hissediyorum. Penceresi olmayan odanın kapısı kapanınca her yer zifiri karanlık oluyor. Biraz korkunç ama bir yandan da değişik gelip hoşuma gidiyor. Yine de çok dayanamayıp ışığı yakıyorum. Hemen kirlileri çıkarıp tuvaletlere geçiyor, kendimi buranın iki yüz yıl önceki bir sakiniymişçesine hayal ederek mahkumlar gibi çamaşır yıkamaya başlıyorum.

Yıkadığım çamaşırları sıkıp avluya asmaya yelteniyorum ki yağmur başlıyor. Çaresizce hücreme götürüp ranzanın üst katına sermekten başka yol bulamıyorum.

SÜPERMARKET ALIŞVERİŞİNİN DAYANIŞMAZ HAFİFLİĞİ

Gerçi bir eksiğim yok ama yine de civarımda saat yediye kadar açık bir süpermarket olduğundan rahat edemeyip şehir merkezine doğru yola çıkıyorum. Bu arada yağmur hem hızlanıyor hem de soğuyor. Neyse ki çok ıslanmadan kendimi Coles’a atıyorum.

Daha önce hiç bir şey almadan süpermarkette bir saat geçirmişliğim yoktu. Artık o da oluyor. Mağazanın kapanmasına yakın ayıp olmasın diye bir şişe sporcu içeceği alıp en son müşteri olarak kasa kuyruğuna giriyorum.

Dışarıda hava epey soğumuş, yağmur da buz gibi yağmaya devam ediyor. Koşarak hapishaneme dönmeye çalışıyorum ama ayakkabılarımın altından pedal kilitlerini sökmediğim için buz pateni yaparmış gibi kaya kaya giderken baya bir eğleniyorum.

Hapishanede çıt yok ama en azından minik bir ışık var. Allahtan şu mahpus çift var yoksa koca hapishanede yalnız başıma kalıyor olmak gerçekten baya garip olacaktı… Hücreme geçmeden önce Karayel’e yağmur almayan bir yer bulmaya çalışıyorum. Ardından tepesi açık avluda ağzımı açıp bir kaç damla Avustralya yağmuru yuttuktan sonra hücreme yollanıyorum.

MAPUSANEDE BİR SABAH

Kalkar kalkmaz çamaşırları kontrol ediyorum. Oda taştan yapılma olduğu için biraz nemli. Neyse ki çamaşırlar kurumuşlar.

Hücredeki kettle gerçekten biraz acayip duruyor ama burada kahve içmenin keyfi de gerçekten bir ayrı. Aklıma acayip acayip hayaller geliyor ve burada yüz yıl önce yaşayan mahkumlar kim bilir neler yapıp, neler düşünmüşlerdir diye düşünmeden edemiyorum.

Toparlanıp hapishanenin fotoğraflarını çektikten sonra yola çıkıyorum. Hava baya soğuk ve kapalı ama neyse ki yağmur yok. Gerçi her an yağabilirmiş gibi durduğundan biraz endişeliyim. Bir de Karayel’in arka tekeri sabah baktığımda yine inmişti. Bu arka lastikte kronik bir problem var ve beni oldukça huzursuz ediyor. Bisikletçiye uğruyorum saat onda açılacak yazısını görünce tekrar düşünüyorum. Aslında öyle çok büyük bir ihtiyacım da yok. Ertesi gün Warnambool’da olacağım ve oradaki bisikletçi daha profesyonel görünüyor. İdare etmeye karar verip yola çıkıyorum.

Hava durumu her ne kadar önümde yağmur olduğunu gösterse de şansımı denemek istiyorum. Birincisi; burada kalsam yapacak çok fazla bir şey yok, ikincisi; bu memlekette konaklamak gerçekten çok pahalı. Bir önceki gün yarım yol yaptığım için bugün niyetim Port Fairy’ye kadar gidebilmek. Eğer beceremezsem de en azından Portland’a kadar olan yüz otuz kilometrelik yolu gitmek istiyorum.

YAĞMURDAN KAÇARKEN DOLUYA TUTULMAK DEDİKLERİ

Ama ben her ne kadar böyle istesem de gökler sanki hiç öyle düşünmüyor. Yine de inat edip devam ediyorum. Beş kilometre gitmiyorum ki başımdan aşağı buz gibi bir sağanak indiriveriyor. Tam yağmurluğumu giyip, nasıl olsa birazdan geçer diye kendimi cesaretlendirip biraz daha gidiyorum ki bu sefer fındık büyüklüğünde dolu yağmaya başlayınca hemen yol kenarındaki bir ağacın altına sığınıyorum.

Sığınıyorum ama böylesine şimşekler çakarken bu ağacın altında durmam çok tehlikeli. O yüzden dolu biraz hafifleyip tekrar sağanağa çevirir çevirmez artık ıslanmaya vs aldırmayıp gerisin geri gücüm yettiğince hızlı pedal basmaya başlıyorum. Ve maalesef Mount Gambier’a geri dönene kadar sağanak bir türlü durmuyor.

Medeniyete döndüm ama sıçan gibi de oldum. Ve ilk defa iyi bir sürprizle karşılaşıyorum. Saat sabahın sekiz buçuğu olmasına rağmen “Target” (Bizim Metro’ya benzer bir hipermarket) açık. Üstelik içerisi sıcak. Hemen dalıp üçlü bir paket uzun çorap alıyorum. Avustralya’ya gelirken sadece ince kısa çorap getirmiştim ve ayaklarım sırılsıklam.

Ayakları güvenliğe alınca bu sefer şort bakmaya başlıyorum. Üzerimdekini de daha önce Target’tan almıştım zaten. Şaşılacak bir şey ama beş on dakika sonra bir de bakıyorum ki üzerimdeki şort kurumuş. Keyfim iyice yerine geliyor. Bugün yeterince yol yapamayacağım kesinleşti gibi ama yine de kendimi iyi hissediyorum.

“Bari” diyorum, “Havanın düzelmesini beklerken gidip güzel bir kahvaltı yapayım.”.

PRESTO EATERY

Ve kentin ana caddesinde “Presto Eatery” isimli çok şirin bir kafe bulup gerçekten güzel bir kahvaltı yapıyorum. Ev yapımı kurabiyeleri ve orijinal omletleri var. Yanına da sıcacık kahveyi gömünce sanki yeniden doğmuş gibi oluyorum. Hatta utanmayıp, ayakkabıdan çıkarttığım ayaklarımı da sırayla bacaklarımın altına alıp iyice ısıtıyorum.

Karnım doyunca aklım yeniden çalışmaya başlıyor. Biraz düşününce anlıyorum ki ekipmanım yeterli değil. Şu an güneye doğru gidiyorum, ve Güney Yarımküre’de olduğum için bu aslında havanın daha da kötüleşeceği anlamına geliyor. Oysa ki ben bunun için hazırlıklı değilim. Özellikle ayaklarım için bir çözüm üretmem gerek…

Hesabı ödeyip çıkıyorum. Yağmur durmuş gibi. Sıcaklık on iki derece ama hissedilen yedi. Rüzgar otuz beş kilometre hız ile karşımdan esiyor ve nem de yüzde yetmiş. Anlayacağınız işler hiç de yolunda değil.

Bisikletçi Dean gayet ılımlı birisi ama maalesef stokları pek yetersiz. Üstelik tam da mevsim geçişinde olduğumuz için sipariş ettiği kışlık malzemeler henüz gelmemiş. Yine de orta kalınlıkta bir ayakkabı kılıfı tozluk buluyoruz. Gerçi numarası küçük ve fermuarı pek iyi çalışmıyor, hatta denediğim zaman sağ tekinin fermuarı patlıyor ama yine de defolu fiyatına alıyorum. Çünkü başka şansım yok. En azından ayaklarım ıslanmayacak. Gerisini de nasıl olsa bir şekilde idare ederim…

Bu arada Dean bana alternatif ‘Donovans’ yolunu öneriyor. Söylediğine göre anayol çok kalabalık ve kamyonlarla dolu, bu bahsettiği yol ise baya ıssızmış. Teşekkür edip yola düşüyorum.

GAR DÜŞEBÜLÜ, AYI ÇIKABÜLÜ

Donovans yolu baya güzel ama gerçekten de çok ıssız. hatta bir yerden sonra bildiğin bir çam ormanının içine dalıp kayboluyor. Ve bunlar gerçekten de hayatımda gördüğüm en büyük çam ağaçları. Hatıra olsun diye Karayel’i birisinin altına koyup fotoğraf çekiyorum. Abartmıyorum ama fotoğrafa baktığımda Karayel resmen görünmüyor, o kadar yani…

Hani bir yandan bu coğrafyada ayı vs olmadığını biliyorum ama diğer yandan ağaçların arasına doğru bakınca da; ayı olsam buradan başka bir yerde yaşamayı düşünmeyeceğime yemin ediyorum. Bildiğin; “Gar düşebülü, ayu çıkabülü” yazılacak yer yani… Üstüne üstlük bir saattir o yolda olmama rağmen bir tane bile araba geçmediğini hatırlayınca daha bir tırsıyorum.

Burada her şey devasa ve gerçekten atmosfer baya ürkünç. Bacaklarım birden canlanıyor. Hızla pedal çevirmeye koyuluyorum. Bir de paranoya geliyor üzerime, ne hikmetse elli metrede bir arkama bakmadan gidemez oluyorum.

Bu da yetmezmiş gibi sağ tarafımdan esen rüzgar iyice azgınlaşıp beni savurmaya başlıyor. Hatta bir ara o kadar azgınlaşıyor ki ancak sağ tarafıma otuz derece yatarak gidebiliyorum.

Öylece içimden dualar ederek ne kadar yol aldığımı bilemiyorum ama bir süre sonra yol hafifçe meyillenmeye ve sağa sola virajlar yapmaya başlıyor. Bir süre sonra da bir derenin kenarından devam eden yolda inip inip çıkmaya başlıyorum…

GÜNEŞLENME SAATİ

Ve dere yolu on beş derecelik bir rampayla sona eriyor. Oflaya puflaya çıkıp da aşağıya sallanınca bir iki ev görüp derin bir nefes alıyorum. Sonunda Donovans’a geldim. Biraz rahatlayıp yavaş yavaş küçük kasabayı geçerek Nelson yoluna dönüyorum. Dönmemle birlikte rüzgar yine aşırı şiddetleniyor. Zorlukla pedal basıp giderken bir de bakıyorum ki sağ tarafımda en az on tane kanguru. Hepsi ayakta, aynı yöne doğru dönmüş, gözleri yarı kapalı güneşleniyorlar. Gerçekten de çok komikler. Tam fotoğraf çekmek için cebimden telefonumu çıkarıyorum ki uyanıp zıplaya zıplaya kaçıveriyorlar. Kaçırdım, tüh…

Rüzgara karşı pedallayarak Nelson yoluna çıkmaya çalışıyorum ama lanet sapak bir türlü gelmiyor. Tam ümidimi kesecekken sonunda yol ayrımındaki benzinciyi görüp derin bir nefes alıyorum.

Nelson’a kadar yetmiş kilometre yolum var ve bildiğim kadarıyla bu benzinciden sonra durabileceğim bir yer yok. O yüzden hem karnımı iyice doyurmak, hem de benzinciden yol hakkında bilgi almak için uzun bir mola vermeye karar veriyorum.

Hem su hem de çikolata yine ateş pahası. Neyse ki uyduruk da olsa tavuklu bir dürüm var. Yanına bir de kola alıp dışarı çıkıyor, yoldan geçen kamyonlara bakarak yemeye başlıyorum. Bu halim çok komik oluyor. Yorgun argın yemek yerken baktığım şeye dalıp kalıyorum; tam öküz-tren misali…

KÜTÜK KARAYOLU

Yalnız bu sefer o kadar uzun süre dalamıyorum çünkü acayip bir kamyon trafiği var. Neredeyse bizim E-5’i aratmıyor. Yalnız burada geçen hiç küçük araba yok. Hepsi koca koca kamyonlar. Üstelik hepsinin en az ikişer römorku var. Ve römorkların yüzde doksanında da aynı yük; koca koca kütükler.

Aslında bisikletçi Dean buralarda çok fazla kütük kamyonu olacağını söylemişti. Zaten yolda gördüğüm devasa çamları hatırlayınca hiç de garip kaçmıyor. Yalnız garip olan, daha doğrusu can sıkıcı olan şu ki yol gerçekten çok dar. Emniyet şeridi en fazla on beş santim. Ve daha da kötüsü yol tepelerin arasına oyulduğu için asfaltın kenarında boşluk da yok. Bildiğin duvar misali…

Önceleri biraz endişeleniyorken, vızır vızır geçen kamyonları görünce bu sefer gerçekten korkmaya başlıyorum. Hani asfaltta giderken beni sollayıp gidebilirler tamam da, ya aynı anda karşıdan da bir kamyon gelirse o zaman ne olacak?!

Bu yetmiş kilometre çok zor olacağa benziyor diye düşünüp benzinci çocuğa; “Bu trafik her saat böyle mi, hafiflediği bir zaman yok mu?” diye soruyorum. O da kurulmuş yay gibi cevaplıyor; “Hiç durmazlar!”.

İşim iş diye düşünüp yola çıkıyorum ve gerçekten de işim iş oluyor. Karşıdan kamyon geldiğini görüp kenardaki toprak duvara yapışmaktan bir türlü yol alamıyorum. Hatta arkamdan sessizce yaklaşan bir tanesi o kadar yakınımdan geçiyor ve ikinci dorsesi beni öyle bir savuruyor ki Karayel ile birlikte toprak duvara vurup ardından durmak zorunda kalıyoruz.

Bu olayla birlikte gerçekten çok korkup bu sefer yolun solundan gitmeye karar veriyorum. Bu sayede en azından yanımdan geçecek kamyonları önceden görüp tedbir alabilmem mümkün oluyor.

Böyle stresli, dur kalklı ve çok zahmetli bir üç saatin sonunda ilk kırk kilometreyi bitiriyorum. Bununla birlikte moralim biraz düzeliyor. Az kaldı ama yine de dikkati elimden bırakmamam lazım. Bisiklet sürdüğüm bunca zamanda bu kadar korktuğumu hiç hatırlamıyorum. Hele ki yolun doğal duvarlı yapısı kamyonların o deli homurtularını katlayıp da insanın içini titrettikçe, hissettiğiniz korkunun zirve yapması gerçekten kaçınılmaz oluyor.

ADAK ZAMANI

Pek inançlı biri sayılmam ama, bu yolu sağ salim bitirirsem birilerine bir iyilik yapmak için kendimle sözleşiyorum. Nedense bu düşünce beni yatıştırıp biraz rahatlamamı sağlıyor. Bunu hissetmiş gibi bu sefer hava durumu sahne alıyor ve son yirmi kilometrede üzerimden iki sağanak ve fırtına geçiyor. Ama eşsiz bir şekilde pırıl pırıl bir güneşle nöbetleşerek. Şaka gibi…

Sonunda Portland sapağına gelip canavar yoldan ayrılmayı başarıyorum. Kutlama için yediğim bir çikolata öyle güzel gidiyor ki anlatamam. Şaka bir yana, bir ara cidden eğilip yeri öpmeyi bile düşünüyorum.

Portland’a on kilometre bir yolum kaldı. Yerler ıslak. Yağmur her an tekrar geri dönebilir gibi geliyor. Ama o rahatlamayla durup biraz daha dinlenmemek için kendimi tutamıyorum. Gerçekten de o kadar gerilmiş ve korkuyla baş edebilmek için o kadar yorulmuşum ki sanki vücudum şalteri indirip sistemi nekahat dinlenmesine alıyor.

Orada öylece ne kadar oturduğumu hatırlamıyorum ama düşmeye başlayan yağmur damlaları beni kendime getirmeye yetiyor. Hemen Karayel’e atlayıp artık bir an önce şu son on kilometreyi de halletmek için yola çıkıyorum.

Çıkıyorum ama sapak ile birlikte batıya yani direk rüzgarın geldiği yöne döndüm. Bir de tepelerin arasından çıktığım için ve yolun duvarlı yapısı kaybolup yerini dümdüz araziye bıraktığı için rüzgar çok fena esiyor. Öyle ki hızım saatte yedi sekiz kilometreye düşüyor.

Bir yandan zar zor ilerlemeye çalışırken bir yandan da kendi kendime; “Hiç akıllanmayacaksın. Orada o kadar oturacak ne vardı!” diye hayıflanıyorum. Hayıflanmak sanki sinirimin birazını alıyor. Çok komik ama tipik huysuz yaşlılara benziyorum o anda…

YUKARIDAKİYLE DİYALOG

Derken yağmur da sağanağa dönünce artık kendimle uğraşmayı bırakıyorum. Olan olduktan sonra problemler o kadar da can sıkıcı olmamaya başlıyorlar aslında. Islanmayı kabullenip; “Hiç yoksa kamyonlardan iyidir.” diyerek kendimi avutmaya çalışıyorum. Ama bir yandan da içimden; “Eminim yukarıdaki bu kadar sıkıntıdan sonra bir kıyak hazırlamıştır bizim için!” diye düşünmeden de edemiyorum.

Ve evet o da bunu duymuş olmalı ki hem yağmur taneleri büyüyor, hem de sağanağın şiddeti artıyor. Öyle ki artık önümü görmekte bile zorlanıyorum. “Keşke öyle söylemeseydim, galiba kızdırdık biraz!” diye aklımca kendimi acındırmaya çalışıyorum. Bu sefer de yolum koca bir koyun sürüsü tarafından kesiliyor. “Evet artık pes etsem iyi olacak deyip” kahkahalarla gülmeye başlıyorum; “Şakacısın ey tanrım, ve ben bu yanını çok seviyorum!“

Ben öyle deli deli gülerken atv’sinin üstünde yaşlı bir çoban yanıma geliyor. Yüzündeki ifade felaket ; “Kafayı yemiş galiba bu!” diye düşündüğüne eminim. Bir süre garip bir ifadeyle beni tartıyor, ardından baş parmağını yukarı kaldırıp; “İyisin, değil mi?” babında bir işaret yapıyor…

“Hayır aslında hiç iyi değilim, ama öbür yandan da çok iyiyim… Hadi gel de anlat bakalım!”.

Kafamı; “İyiyim” babında bir iki kez sallayıp, üzerinden sular akmakta olan sağ gözümü kırpınca o da gülümseyip yoluna devam ediyor. Bir kaç dakika sonra yüzlerce koyunun tamamı yolu geçiyor. Ve yeterince ıslanmış olmalıyım ki aniden pırıl pırıl bir güneş çıkıyor.

Dersimi aldım, o yüzden hiç bir düşünce ima etmeden yoluma devam ediyorum. Kaçtığım her şey başıma geldiği için yolun geri kalanında artık hiç bir şey canımı sıkamıyor. Ne gündü ama…

MEDENİYET: KFC

Portland hem oldukça büyük hem de bayağı güzel bir sahil kasabası. hatta limanında bir tane savaş gemisi bile görüyorum. Ant’ın tüyosuyla hiç vakit kaybetmeden Mariner otele yollanıp, doksan dokuz dolarlık, king size yataklı ve sıcak sulu mabedime kapanıyorum. Duşun altında ısınmam yarım saatten fazla sürüyor, kemiklerim bile üşümüş; “Allah’ım ne kadar mes’udum!”…

Kendime gelmemle birlikte tabi ki süpermarket keyfine düşüyorum. Hiç bir şey almasam dahi içinde dolaşmak bile çok güzel. Ama ben yine de; diş macunu, stop farı için yassı pil, muffin ve muz alıyorum.

Sıradaki etkinlik ise çok daha müthiş; doğruca daha Portland’a girerken gözlerimi kamaştıran KFC’ye yollanıyorum. Ziyafet ki ne ziyafet. Resmen medeniyete geldim…

Odaya dönüp king size yatağımın üzerinde lojistik ekibiyle biraz yazışıyorum ama bugün gerçekten de çok zorluydu ve o kadar yoruldum ki gözlerim kapanmaya başlıyor. Son bir hamleyle saatimi kurup yatağın içine ancak girebiliyorum…

SAINT (HACI) GARMIN

Sabah hava ağarmak üzereyken uyanıyorum. Daha yataktan kalkmadan aklıma akşam yediğim tavuklar ve patates kızartmaları gelince zevkle yalanmak kaçınılmaz oluyor.

Dünkü o dengesiz ve berbat havanın aksine bugün oldukça sakin ve güzel olacakmış gibi görünüyor. Bir aksilik olmazsa öğlen Warnambool’a akşam da rahat rahat Port Campbel’a varmam gerek. Karnım da tok ya neşem yerine geliyor. Hele bir de odada kahve olduğunu hatırlayınca ıslık çalmaya başlıyorum.

Bugün artık “Great Ocean Road” başlıyor. Sonunda o muhteşem fotoğraflarını gördüğüm doğa harikalarını kendi gözlerimle görebileceğim için çok heyecanlıyım. Yani sonuçta onları görebilmek için çöl geçişinden vaz geçmek zorunda kaldım, güzel bir şeyler olsalar hiç fena olmayacak…

Yukarıdakinden önceki gün yediğim dayağın ardından, rahatlamış ve dingin olarak yola koyuluyorum. Yalnız anayoldan ayrılıp yeniden taşraya döndüm ve Warnambol yakınına kadar anayola çıkmadan gideceğim için önümdeki bir kaç alternatif yoldan birisini seçmem lazım. Ben de karar veremeyip, topu navigasyon cihazına atıyorum.

Böylesi çok daha güzel. Kendi yolunu çizmek çok iyi ama karar vermek zorunda kalmak ve aslında daha da korkuncu; seçmediğin şeyin daha iyi çıkabilecek olması aslında dünyanın en can sıkıcı şeyi. O yüzden olsa gerek, tür olarak sorumluluklarımızı ve yetkilerimizi elektronik cihazlara devretmeye bu kadar meraklıyız herhalde.

Her neyse sonuçta Garmin iyi iş çıkarıyor ve beni iki tarafı ağaçlıklı ve on beş dakikada bir araba geçen bir yola sokunca ben de tadını çıkarıp ıslık çala çala gitmeye başlıyorum.

O kadar hoşuma gidiyor ki; hızımı alamayıp Garmin’i de Avustralya’da karşıma çıkan meleklerden biri ilan ediyor; “Bundan böyle artık; ‘Saint Garmin’sin sen!” diyerek takdis ediyorum beni bunca dertten kurtaran akıllı cihazı. Aslında düşününce ne çok Saint var Hacı ilan edilecek; “Saint Netflix”, “Saint Instagram”, “Saint Kahve Falı”… Neyse benim için bugünün kralı; “Hacı Garmin”…

MARS’A YOLCULUK

Bir süre sorunsuz gittikten sonra Yambuk civarında arka teker yeniden patlıyor. Can sıkıcı… Artık gına getirip dış lastiği değiştirmeye karar veriyorum. Neyse ki yanıma bir tane yedek almıştım. Yalnız bu sefer de başka bir sorun çıkıyor. Tam iç lastiği de, dış lastiği de yenileyip hava basacakken bu sefer pompam bozuluyor.

İşte bu işin en zor yanlarından birisi bu. Daima kendine yetmek zorunda olduğun için her şeyin yedeğini taşımak zorundasın ve çok yük olacağı için bu gerçekten imkansız. O anda Mars’a yolculuk planlayan uzmanların işinin neden o kadar zor olduğunu çok daha iyi anlıyorum.

Neyse ki biraz kurcalayınca pompayı idare edecek kadar tamir etmeyi başarıyorum. Zaten işin sırrı da burada. Yanında taşıyabileceğin en önemli alet; “mecburiyet-yaratıcılık” ikilisi. Ve bu joker alet burada da işe yarıyor, normal bir günde aklıma hayalime gelmeyecek bir şekilde, geçici de olsa sorunu çözüyorum. Nasıl olsa burası Batı Avustralya gibi değil, Warnambool’da bisikletçi var…

Yolda Port Fairy’ye uğruyorum. Gerçekten adı gibi bir yer. Sanki masallardan çıkma. Pırıl pırıl kumlarla çevrili okyanusun kenarında, içinden zümrüt bir ırmak geçen ve masallardaki gibi evleri olan minicik bir kasaba. o kadar güzel ki, vaktin geçmesine aldırmadan bir sürü fotoğrafını çekiyorum.

Bu arada yeniden anayola çıktık ve trafik yine rezalet. Neyse ki Warnambool’a gelmeden hemen önce gördüğüm; “Great Ocean Road 20 km” tabelası moralimi yerine getiriyor.

Warnambool Adelaide’den bu yana gördüğüm en büyük yer. Ama bunun dışında pek bir özelliği yok. Yine de bisikletçi olduğu için benim gözümde ayrı bir yeri var!

Bisikletçide Bryan ve Dan ile tanışıyorum. Son derece sıcak kanlılar. Karayel’i görünce uzun yoldan geldiğimi anlıyorlar. Laf lafı açıyor. Hoş beş, sohbet vs derken epey vakit geçiyor. İki tane iç lastik ve bir yedek pompa alıp vedalaşıyorum.

Aklım, gelirken bir blok ötede önünden geçtiğim “Red Rooster”da. Yerel bir hamburgerciye benziyordu ve ben de acayip açım. Önsezilerim beni yanıltmıyor ve adı “Legends Mega Max” olan dehşet bir menüyle karnım neredeyse patlayacak hale geliyor. Gel de yola devam et…

VE SONUNDA “GREAT OCEAN ROAD”

Zar zor tekrar yola düşüyorum. On beş kilometre sonra artık anayoldan çıkıp resmen “Great Ocean Road”da pedallamaya başlıyorum. Sapaktan bir kaç kilometre sonra bizim Afyon İkbal tesisleri nisbetinde meşhur bir dinlenme tesisi olan; “Allansford Cheese World”de duruyorum. Dünyanın öbür ucu ama hiç fark yok; bizimkisi kaymak satıyor, buradaki de peynir…

Karnımı tıka basa doyurduğum için haliyle pek alacak bir şey bulamıyorum. Bir de bayağı pahalı buradaki her şey. Bu noktadan itibaren turistik muhabbet başlıyor anlaşılan. Biraz canım sıkılıyor ama pek önemsemiyorum.

Dışarı çıkıp tam Karayel’e binecekken bir mucize oluyor ve ilk defa ters yöne gidiyor bile olsa benim gibi bisikletli bir gezgin görüyorum. Çekik gözlü genç bir kız. Aval aval bakıyor olmalıyım ki başını yere eğerek yanımdan geçip içeri giriyor. Vay canına, gerçekten değişik bir yerlere geldim galiba…

Keyifleniyorum. Ama tam yola düşecekken bu sefer kadro çantasının fermuarı patlıyor. Buyur buradan yak. Yani haksız da sayılmaz, aç kalmaya başladığımdan beri ne bulduysam oraya tıkıştırıp duruyorum ama biraz daha idare edebilirdi sanki…

Yine mecburiyet-yaratıcılık ikilisi iş başı yapıyor, çantayı koli bantıyla sarıp tekrar yola düşüyorum. “Berbat görünüyor ama Port Campbel’a kadar idare etsin yeter. Akşam orada bir şeyler düşünürüz.”…

Yönümü tekrar batıya çevirince denizden esen rüzgarla yine karşı karşıya geliyoruz. Birazdan güneş de gidince hava iyice soğuyor. Ben de çareyi algılarımı kapatıp kendimi pedallamaya vermekte buluyorum.

Derken bir iki saatlik bir sürüşün ardından sonunda denize kavuşuyoruz. Güneye dönmemle birlikte rüzgar da etkisini oldukça yitiriyor, nispeten rahat bir sürüşe geçiyorum.

Okyanusun kenarından giden simsiyah yol ve üzerindeki yeni çizilmiş bembeyaz şeritler gerçekten çok güzel, tıpkı fotoğraflarında gördüğüm gibi. Karayel ile bir inip bir çıkarak, denizin yaklaşık elli metre yukarısından ilerliyoruz.

DUNYANIN AŞAĞI UCUNDAYIM

Derken aşağıda ilk doğal anıt karşımıza çıkıyor. Denizin ortasında bir başına kalmış sapsarı koca bir blok kaya. Ortası delinmiş, tıpkı bir köprüye benziyor. O yüzden olsa gerek adını; “London Bridge” koymuşlar. Çok görkemli bir şey ve nedense eteklerine vuran devasa dalgalarla bir olup bana tarih öncesi savaş filmlerini hatırlatıyor.

Karayel’in poz poz resimlerini çekip tekrar yola düşüyorum. Çok garip ama kendimi sanki dünyanın en ucuna gelmiş gibi hissediyorum. Gerçi çok garip de sayılmaz çünkü artık neredeyse Avustralya’nın en güney ucuna geldim sayılır.

Son kilometreler de bu değişik ruh hali içinde geçiyor. Bir tepeyi tırmanıp aşağıya sallanınca Port Campbel dedikleri yeri görüyorum. Ben daha büyük ve turistik bir yer bekliyordum ama burası tepelerin arasına saklanmış üç beş hanelik bir köye benziyor.

Çabucak köye inip Lojistikçilerimin gündüzden ayarladığı hostelime gidiyorum. Abartmıyorum, burası hayatımda gördüğüm en lüks hostel. Bildiğin beş yıldızlı. İşletmecisi İspanyol Barbara ile biraz sohbet ettikten sonra odama çıkıyorum. Beş ranzalık on kişilik bir oda.

KİBAR ODA ARKADAŞLARIM

Oda iyi hoş ama, oda sakinlerinin tamamı kız. İşte bundan pek haz ettiğim söylenemez. Yani onlar pek önemsemiyor ama ben yaşadığım kültürün etkisiyle olsa gerek, ne rahat rahat giyinip soyunabiliyorum yanlarında ne de “Acaba horlar mıyım ki?” diye düşünmeden yatabiliyorum. Gerçi maşallah, önceki tecrübelerimden şahidim ki hanımlar bırakın horlamayı, gaz çıkartmakta vs bile hiç bir sıkıntı yaşamıyorlar.

Neyse yapacak bir şey yok. Kaderime razı olup yerleşiyorum. Ardından lokantaya inip -evet bu hostelde yemekhanenin yanında son derece güzel bir de lokanta var- güzel bir pizza götürüyorum.

Kahvemi de içtikten sonra Barbara bana süpermarketin yerini tarif ediyor. Üstelik saat dokuza kadar açıkmış. evet gerçekten dünya değiştirdik…

Markette çengelli iğne de bulunca dünyalar benim oluyor. Hemen odaya dönüp kadro çantasının fermuarını çengelli iğnelerle bir güzel yedekliyorum. Saat çok geç değil ama diğer oda sakinlerinin horlamalarıyla uykum kaçmasın diye onlar gelmeden hemen yatağa girip, koyunları saymaya başlıyorum…

ÇİNLİ 12 KEŞİŞ

Sabah bayan oda arkadaşlarımın horultu olmasa bile vızıltıları eşliğinde uyanıyorum. Oda bayağı soğuk. Avustralya’ya geldiğimden beri olduğu gibi yine hava tahminini tutturamadım. Gerçi artık en güneye indim sayılır. Bugün son kez güneye doğru yol alıp, yarın artık kısmetse tekrar kuzeye yani sıcağa doğru döneceğim. Umarım yanımdaki kıyafetler bugün de idare eder.

Çabucak hazırlanıp gün ağarırken yola düşüyorum. Port Campbell’ın çıkışında oldukça dik bir yokuş tırmandıktan sonra yol tekrar hafif meyillerle bir inip bir çıkarak devam ediyor. Asfalt ve boyalar yeni yapılmış. Burası artık “Great Ocean Road”un en güzel etabı. Kendimi Avustralya tanıtım filmlerinde sürekli kullandıkları yolda bisiklet sürerken bulunca bir anda film yıldızıymış gibi hissediyorum. Yalan yok, hoşuma gitmiyor değil…

Hava açık ve yükselen güneş ile giderek ısınmaya başlıyorum. Birazdan da Avustralya’nın en meşhur doğal anıtlarından bazılarını göreceğim için çok heyecanlıyım. Önce “Loch Ard” tabelasını görüp sağa doğru kırıyorum. Bir kaç yüz metre sonra yol bir otoparkta son buluyor. Bundan sonrası artık yaya yolu ama sabah erken ve etrafta kimse olmadığı için Karayel ile birlikte dalıyoruz. Onu da bu güzel manzaradan mahrum etmek istemiyorum.

Loch Ard gerçekten de görülmeye değer. Daracık bir girişi olan muhteşem bir koy. Etrafı elli metre yüksekliğinde sapsarı limon taşından yarlarla çevrili ve tam aşağımızda da altın renkli harika bir kumsal uzanıyor. Yalnız aşağıya inmek hem tehlikeli de yasak. Sanırım film çekimi vs için ancak özel izin alınarak inilebiliyor. Hafiften şiddetli dalgaları saymazsak cennete benziyor ama şu anda daha çok korsan filmlerindeki gizli liman havasında. Hani bir tek karaya vurmuş gemi enkazı eksik.

Bir müddet seyredip fotoğraflarını çektikten sonra tekrar yola düşüyorum. Sırada “Twelve Apostles” anıtı var. Türkçesi “Oniki Keşiş” gibi bir şey oluyor. Yine upuzun altın bir kumsalın üzerinde müstakil bir şekilde dalgaları ağırlayan, ve bizim peri bacalarının çok daha heybetlisi, rüzgar ve suyun oymasıyla oluşmuş on iki devasa kaya parçası. Neredeyse on Avustralya afişinden sekizinde görünecek kadar da meşhurlar.

Yaklaşık bir beş kilometre sürdükten sonra, sola dönüp “Twelve Apostles” dinlenme alanına giriyorum. Burası oldukça organize; kocaman bir otoparkı, hediyelik eşya mağazaları, restaurantı vs var. Karayolunun altından geçen tüneli takip eden bir yol ise anıt kayalara doğru gidiyor.

Yalnız bir an kafa karışıklığı yaşıyorum. Etrafta o kadar çok Çinli var ki sanki Avustralya’da değil de Çin’deymişim gibi geliyor. Sakın bu Oniki Keşiş Çinli olmasın…

Gerçekten de afişlerde göründükleri kadar varmış. Hatta çıplak gözle çok daha etkileyiciler. Anıt kayalar oldukça geniş bir alana yayıldığı için seyir terası da oldukça uzun. Tamamını dolaşmam neredeyse bir saatimi alıyor. Ama değdi sanki. İnsanlar görüş alanımdan çıktığı anda hani neredeyse Mars’taymışım falan gibi hissediyorum.

Bir süre daha oyalanıp gözlerimi Çin işgali altındaki Mars’a doyurduktan sonra yeniden yola koyuluyorum. Bundan sonrası gerçekten zorlu olacak. Avustralya’ya geldiğimden beri ilk defa ciddi anlamda dağ tepe aşacağım.

TESTERE DİŞLİ TEPELER

Buradan itibaren Apollo Bay’e kadar iki tane üç yüz rakımlı zirve aşmam gerekiyor. Normalde bu o kadar büyük bir irtifa değil ama daha önce okuduğum günlüklerde nedense hep bu yolun çok zor olduğunu yazmışlardı. Birazdan göreceğiz artık.

Ne olur ne olmaz diyerek Bikemap’ten yolun kesitini çıkarıp eğimleri çalışıyorum. Biraz zorlu görünüyor ama öyle çok acayip tırmanışlar yok gibi. Biraz rahatlayıp tekrar yola çıkıyorum. İlk kilometreler hafif bir eğimle sürekli tırmanarak geçiyor. Hatta neredeyse iki yüz elli metre yüksekliğe çıkınca “Birinci zirveyi yaptım galiba.” diyerek rahatlıyorum.

Ama hiç de düşündüğüm gibi olmuyor ve Bikemap’te görünmeyen bir şekilde bir anda çok yüksek bir eğimle tekrar deniz seviyesine iniyorum. Ardından da indiğim kadar dik bir yokuşla tekrar tırmanmaya başlıyorum. Üstelik bu yokuş düz bir yokuş değil. Testere dişi formunda. Önce üç birim çok yüksek eğimle tırmanıyor, ardından iki birim çok yüksek eğimle aşağı iniyorum. Sonra bu sefer dört birim yukarı ve üç birim aşağı. ardından üç birim yukarı iki birim aşağı. Bu böyle ne kadar devam ediyor hatırlamıyorum. Tek hatırladığım bunun çok usandırıcı olduğu. Öyle ki o üç yüz metrelik zirve bir türlü gelmiyor.

Normalde rampalarda durup dinlenmeyi sevmem, çünkü kararlılığınızı azaltır. Ama bu öylesine berbat bir rampa ki, biraz durup dinlenmeye karar veriyorum. Ayrıca böyle bir yol beklemediği için hazırlıksız yakalanan kafamı da değiştirmem gerekiyor.

Bir rampayı inince duruyorum. Yol çok dar, etraf da dev gibi ağaçlarla kaplı. Öyle ki zar zor güneş ışığı geliyor. Tam Karayel’i kenara yatırıp su içerken, birden az ötemde bir kanguru beliriyor. Neredeyse iki sevgili gibi bakışmaya başlıyoruz. Boyu benim kadar var ve ne kadar sevimli olsa da biraz ürpermeden edemiyorum. Yine de kendimi zorlayıp ona doğru bir adım atıyorum ki arkasını dönüp zıplayarak kaçmaya başlıyor ve sık ağaçların arasında birdenbire kayboluyor.

UZUN YOL YORGUNLUĞU

Bir kaç dakika daha oylanıp kafamı toparlamaya çalıştıktan sonra tekrar pedallamaya başlıyorum. Zirve bir türlü gelmiyor. Gerçekten de Avustralya’ya geldiğimden beri ilk kez bu kadar zorlandığımı hissediyorum. Acaba artık iki bin kilometreye yaklaşan yolun genel yorgunluğu olabilir mi ? Daha önce bu kadar uzun yol yapmadığım için bilemiyorum. Bilemediğim için de haliyle mesnetsiz bile olsa tasalanmak kaçınılmaz oluyor. Artık bir de bununla baş etmem gerekecek.

Tam moralim iyice düşmüşken karşıdan gelen iki tane bisikletli görüyorum. Vay canına… Selamlaşıyoruz. “Onlar gelebildiğine göre, ben de gidebilirim demek ki.” diye düşünmek motivasyonumu yükseltiyor…

Ve sonunda zirveyi buluyorum. Burada mola vermeyi planlamıştım ama karşıma çıkan iki pub da kapalı. Artık isyan edip inişe geçeceğim anda yokuşun başında bir pub daha çıkıyor karşıma. Üstelik bu açık. Hatta kapısında kuyruk bile var. Budur…

Biraz kuyrukta beklesem de, Beef Roll ve Muffin ziyafetime bir de Long John kahve ekleyince dünyalar benim oluyor. Üstelik içeride masa sandalye bile var. Hem karnımı doyurup hem de dinleniyorum. Çok zorluydu ama en azından ilk zirve ve yolun yarısı bitti. Saat neredeyse iki olunca bir kaç tane de çikolata gömüp daha fazla vakit kaybetmeden tekrar yola düşüyorum.

Yine daracık ve karanlık bir yol. Güneş alamadığı için de oldukça soğuk. Titreye titreye aldığım bir kaç kilometrelik bir inişin ardından Aire vadisine ulaşıyorum. İki büyük zirvenin arasında ağaçlık olmayan ama yemyeşil bir yer. Az önceki karanlık ormanın ardından pırıl pırıl parlayan güneşiyle ilaç gibi geliyor. Hatta az ötede otlayan sürü sürü koyunları görünce kendimi daha bir evimde hissediyorum.

Bu beş kilometrelik keyifli sürüşün ardından yol tekrar rampaya sarıp karanlık ormanın içine giriyor. Ama bu sefer hem karnım tok, hem de zihnen hazırlıklıyım. O yüzden zirveyi bulmam biraz sürse de ilk seferindeki kadar zor olmuyor.

Tepeye doğru önce ters yöne giden iki bisikletli daha goruyorum. Sonra ileriki rampada oldukça yüklü bisikletini eliyle ittiren birisini daha. “Merhaba herşey yolunda mı diyorum, muzırca sırıtıp; “Fena degil galiba.” diyor.

HEIDI GİBİ

Selamlaşıp son rampaları da aşıyorum ve ardından yeniden denizi görebildiğim, nispeten küçük ağaçlarla kaplı bir dağ yolundan aşağıya doğru nefis bir inişe geçiyorum.

Gerçekten de bütün gün çektiklerime değiyor. Aşağıda masmavi okyanus ve kenarında altın rengi kumsallar, etrafımda ise yemyeşil ve envai çeşit ağaçlar. Üstelik her yer kelebek kaynıyor. Bir anda kendimi Heidi gibi hissediyorum…

Aşağısı artık “Apollo Bay”. Muhteşem bir plaj. Ve her yer dalga sörfçüleriyle dolu.

Dünyam yine bir anda değişiyor. Bisikletle seyahat etmenin en özel yanlarından birisi de bu galiba. Çünkü normalde terbiye edilmiş ev ortamımızdan çıkıp araba, uçak, tren vs gibi yine terbiye edilmiş bir taşıta binerek, sonuçta tatil yapacağımız yine terbiye edilmiş ortamlara ulaştığımızda aslında gerçek doğanın bir arada danseden ekstrem uçlarını deneyimleme şansımız olmuyor. Oysa bisikletle seyahat ederken beş dakika içinde en soğuk ile en sıcağı, en sessiz ile en gürültülüyü, en karanlıkla en aydınlığı veya bunun gibi aklınıza gelebilecek en uç noktaları deneyimleme şansı yakalıyorsunuz.

Apollo Bay’in merkezinde durup Fish&Chips yiyorum. Garson orta yaşlı ve konuşkan bir Çinli kadın; “Bisikletle mi geldin onca yolu?!” diyerek hayret ediyor. Yemeği yerken Bikemap’ten önümde Lorne’a kadar uzanan yolun kontrol ediyorum. Alçalıp yükselerek devam eden, maksimum rakımı yüz elli metre olan bir sahil yolu gibi görünüyor.

Ve tıpkı göründüğü gibi çıkıyor. Denizin hemen kıyısında yükselen dağlara kazınarak yapılmış güzel ama kalabalık bir yol. Bana Kaş-Kalkan arasındaki karayolunu hatırlatıyor. Denizin kenarında ine çıka gittiğim bir iki saatlik sürüşün ardından hava kararırken Lorne’a varıyorum.

OKYANUSU GEÇ DEREDE BOĞUL

Kasabanın girişindeki otelin yanında durup Evrim’i arıyorum. Bir de ne desin, tam yanında durduğum otelde yer ayırtmış. İşte bu güzel bir sürpriz oluyor. Bütün gün kastırdığım sinirlerim o kadar gevşemiş olmalı ki otele doğru gidip tam Karayel’den inecekken sol ayağımdaki pedal kilidini açamadığım için sol tarafıma düşüyorum. Tam da “Okyanusu geç, derede boğul!” hesabı…

Sol dizimde epey derin bir yara açılıp kanamaya başlıyor; “Tam da otele girecekken nereden çıktı şimdi bu?”. Çantayı aç, içinden ilk yardım çantasını çıkar, yarayı temizle, yara bandı yapıştır vs derken ancak on beş dakika sonra otele girebiliyorum.

Resepsiyonist Michael çok candan genç bir çocuk ve bisiklet konusunda oldukça heyecanlı. Epey bir konuşuyoruz. Sonra Karayel’e bir yer ayarlayıp beni odama çıkarıyor. Güzel bir duş. Ve hop işte yeniden kendimdeyim…

Üzerimi giyinip kasabaya doğru yola çıkıyorum. Otel kasabaya tahmin ettiğimden biraz daha uzakmış. Varmam neredeyse yarım saati buluyor. Tenha sayılır, ortalıkta pek kimsecikler yok ama yine de açık bir Noodle House buluyorum. Tavuk ve soya soslu noodle tam bir ziyafet oluyor. Üstüne biraz da tatlı bir şeyler. Evet, şu anda benden iyisi yoktur sanırım…

Öyle bir ağırlık çöküyor ki, otele dönüş yolu gözümde büyüyor. “Keşke Karayel’i alsaydım.” diye sızlanıp yürümeye başlıyorum. Yolun ortasına bile gelmeden yanımda bir araba duruyor. Camı açılınca içinde bana sırıtmakta olan Michael’i görüyorum; “Atlayın bırakayım.” diyor. Böyle zorlu bir günün ardından hayır diyemeyeceğim kadar güzel bir teklif…

Otele dönüp yatağın üzerinde fotoğrafları vs düzenliyorum. Bir aksilik olmazsa ertesi gün artık Melbourne’deyim. Türkiye’den arkadaşım Maurice’i arayıp haber veriyorum. “Bekliyoruz.” diyor.

Saat bayağı erken ama o kadar yorulmuş olmalıyım ki; “Tekrar birileriyle Türkçe konuşmak çok güzel olacak” diye düşünürken uyuyakalıyorum…

SEKİZ SAAT UYKU

Sabah altı gibi uyanıyorum. Günlerdir ilk defa sekiz saat uyudum. Harika. Anlaşılan gerçekten yoruldum. O yüzden Melbourne molası iyi gelecek. Zaten bugünkü yolum da az. O yüzden aceleyle yola çıkma telaşım yok, ki bu daha da harika.

Hiç acele etmeden hazırlanıp çıkıyorum. Kasabanın merkezindeki fırından Blueberry ve Apple Muffin aliyorum. Bayağı lezzetliler. Fırının önündeki masaya oturup yerken Melbourne’den sonrasını planlamaya çalışıyorum.

Yani evet, Adelaide’dan beri gerçekten çok güzel ve özel yerlerden geçtim ama yine de Batı Avustralya’nın o terk edilmişliği ve başıboşluğunun üzerimde bıraktığı büyünün yerini tutamıyor. Düşündükçe keşke turistik “Great Ocean Road” yerine kurşunumu “Batı Avustralya”da çölü geçmek için kullansaydım diye hayıflanmadan edemiyorum.

Melbourne’den sonra Kuzey’e Sydney’e doğru devam edebilirim. İki seçeneğim var Avustralya Alp’lerini geçmem gereken dağ yolu veya direk kuzeye giden ana yol. Açıkçası ana yol pek ilgimi çekmiyor. Dağ yolu için ise sanki mevsimi kaçırdım ve ekipman olarak da yeterince hazırlıklı değilim.

Geriye çok fazla seçenek de kalmıyor aslında. Biraz düşününce en mantıklısının tren ile Sydney’e geçip sahil şeridinden kuzeydeki Brisbane’e doğru bin kilometrelik bir tur yapmak olduğuna karar veriyorum.

Aslında insanların bu kadar sahiplenmeden ve bütünleşmeden yaşadığı, belki doğa olarak çok zengin ve güzel ama kültür olarak çok fakir olan ve gereksizcesine pahalı bu ülkede daha fazla yol yapmak isteyip istemediğimden de pek emin değilim.

Gerçi fiziki durumum oldukça iyi ama, zaten asıl hedefim olan Avustralya’yı batıdan doğuya geçme hedefim daha en baştan şişesi on dolarlık içme suyu ve gecesi yüz dolarlık barakadan bozma oteller yüzünden ayva olduğu için çok fazla bir motivasyonum da kalmış değil.

Zaten Batı ve Güney Avustralya’da iki bin kilometre yol yaptım. Hem çölü, hem Great Ocean Road’u gördüm. Tabiri caizse, çok zorlu yedi iklim ve yedi coğrafyadan geçtim. Bunun üzerine terbiye edilmiş kentsel Avustralya’da bir bin kilometre daha yapmak ne kadar ilgimi çekecek, buna Melbourne sonrası karar vermek en doğrusu olacak galiba…

PUSH BIKE

Muffin’ler çok lezzetliydi ama biraz boğazıma oturdular sanki. Öyle ya bu saatlerde aç kalmaya alışınca böyle oluyor tabi… İçecek bir şeyler almak için bakkalımsı bir şey arıyorum ama tabi ki yok. Neyse ki kasabanın çıkışında bir benzinci ve içinde de küçük bir dükkan var.

Bir kolayla boğazımı temizledikten sonra sporcu içeceği alıp mataralarımı doldururken benzinciye üç adet dört tekerli chopper motorsiklet geliyor. Pırıl pırıl kromajlarıyla son derece gösterişli ve konforlu duruyorlar. Çete gibiler, ama sanki biraz ihtiyar delikanlılar çetesi. Üç tane beyaz saçlı yakışıklı ve aşırı derecede konforlu arka koltuklarında üç tane oldukça kilolu ve yaşlı piliç.

Abartılı hareketlerine bakınca; “Galiba yıllardır bu motorları alabilmek için çalışarak mahvettikleri vücutlarının intikamını böyle almaya çalışıyorlar!” diye düşünmeden edemiyorum. Sanki aklımdan geçenleri anlamışlar gibi ihtiyar delikanlılar hem Karayel’e hem de bana alaycı bakışlar atıp dükkana giriyorlar.

Konforlu döşeklerinde bekleyen hanımlar ise daha ilgisiz görünüyorlar. Onlarınki biraz bezginlik ve “Bitse de gitsek.” arası bir şeyler sanki. Bir tanesinin bakışları ayağımdaki su geçirmez ayakkabı kılıflarına takılıyor. Derken beni sorguya çekmeye başlıyor; “Sıcak tutuyor mu?”, “Su geçiriyor mu?”, “Kolay temizleniyor mu?”, vs, vs…

Dilim döndüğünce anlatırken dükkandan çıkan kocasına beni gösterip; “Bak işte bunlardan almalıyız, o zaman ayaklarım donmaktan kurtulur!” deyince, benden zaten pek haz etmediğini düşündüğüm adam iyice sinirlenip; “What does he know, he is just a Push-Biker” diyerek beni aşağılamaya çalışıyor.

Evet, aslında bu “Push-Bike” meselesini biraz açsam iyi olacak. Buralarda “Bike” yani bisiklet dediğiniz zaman anlaşılan şey motorsiklet, asla benim bindiğim tarzda bir araç değil. Hatta buralarda motoru olmayan herhangi bir araç taşıt aracı olarak da kıymet görmüyor. Gerçi mesafelerin bu kadar büyük olduğu bu ülkede insanları bu yüzden pek suçlamak da mümkün değil.

O yüzden bizim anladığımız tarzda bisiklete buralarda biraz aşağılarcasına; “Push-Bike”, yani “İttirmeli-Bisiklet” deniyor. Ve haliyle benim gibi ulaşım için böylesine ilkel bir alet kullananlara da biraz “Geri Zekalı” muamelesi yapılıyor.

Adamın bu cümlesi ile birlikte, geldiğim günden beri içten içe hissettiğim bir duygu o anda tam olarak bilinç üstüme ulaşıyor. Buralar ne kadar bakir ve güzel olsa da çoğunlukla bisiklete binme kültürünün olmadığı yerler. Aslında sadece bisiklete binme kültürünün olmadığı da değil, çoğunluğun onun temsil etmekte olduğu değerlerden bihaber olduğu, tek amacı biraz rahata erip bu devasa toprakların getirdiği zorluklardan kurtulmak ve daha medeni bir yerlere tüymek olan insanların yaşadığı bir yer sanki.

Bu düşünceler zaten dip yapmış olan devam etme motivasyonunu iyice yerle bir etmeye yetiyor. O anda kendime itiraf etmesem bile, Avustralya’daki bisiklet yolculuğumun Melbourne’de sona ereceğine artık neredeyse emin gibiyim.

GELECEĞİN İNSANI

Adama inat karısıyla biraz çene çalıp bir iki espriyle kadını kıkırdattıktan sonra son bir gayretle kendimi gaza getirip tekrar yola düşüyorum.

Yine Kaş-Kalkan yolu gibi denizin kenarına oyulmuş yükselip alçalarak devam eden bir sahil yolundayım. Geceden baktığıma göre önümde iki büyük rampa var. Hava iyice ısınmaya başlarken birinci rampaya tırmanmaya başlıyorum. Yol genelde gölgede kaldığı için zirveyi bulmak pek sorun olmuyor.

Sorun olan şey çişimin gelmesi ve yolda durup da rahat rahat ihtiyacımı giderebileceğim hiç bir yer olmaması. Neyse ki zirveye yakın, solumda yükselen kayalar bir aralık veriyor. Minik vadiyi ve sık ağaçları görür görmez mutluluktan uçuyorum tabi ki. Kısa bir ihtiyaç, su ve kalan son muffin molasının ardından yola devam…

İnişin ardından Anglesea kasabasına geliyorum. Lorne’dan pek bir farkı yok. Durmadan geçip hemen çıkışındaki ikinci rampaya sarıyorum. Tepeleri geçip Apollo Bay’e indiğimden beri iklim ve coğrafya değişti. Artık kuzeye doru gidiyor olmamın etkisiyle de olsa gerek sanki bir anda Karadeniz’den Akdeniz’e düşmüş gibiyim.

O yüzden güneşin altında rampa biraz zorluyor. Ama sonunda zirveye çıkıyorum. Zirveden sonra iniş yok. Yaklaşık bir on kilometre platoda yol alıp ardından tekrar aşağıya bu sefer Torquay’a doğru inişe geçiyorum. Gerçekten de etraf Akdeniz kıyılarımızdaki gibi tatilcilerle dolu. Sanırım Melbourne’e de yakın olduğu için burası oldukça tercih ediliyor.

Saat öğleni geçti ve aslında karnım da acıktı ama yol üstünde yemek yiyecek bir yer göremeyince kasabanın içine girmektense devam etmeye karar veriyorum. Ama o kadar sıcak oluyor ki durmadığıma pişman oluyorum.

Bu arada; “Bunca iklim değişimine hiç hasta olmamış olmam da bir mucize aslında!” diye düşünmeden edemiyorum. Ama mucize falan değil tabi ki; vücudumuz çalışmak için evrimleştiğinden bisiklete bindikçe hiç sorun olmuyor. Asıl mucize hiç hareket etmeden sağlıklı kalabilmek ki o konuda da kültürel ve teknolojik evrimimiz sayesinde bayağı bir yol kat etmişiz gibi geliyor. Zaten hareketsizliğe, fast-food’a ve konfora yatkın olup da yine de hayatta kalabilen genler seçilip insanın evrimi o yolda devam edecek galiba. Yani geleceğin insanı obez, hareket etmeyen, konfora düşkün ama yine de ölmeyen tipler olacak bence. Hatta giderek önce implantlarla, ardından da komple bilgisayara dönüşüp insan türünün biyolojik evrimini tamamen sonlandıracakmışız gibi geliyor.

ABORİGİN BİLGELİĞİ

Bu düşüncelerle sanki elimden alıyorlarmış gibi daha da bir pedallamaya başlıyorum sıkı sıkı yapıştığım Karayel’i. Ama gerçekten çok sıcak ve artık bir mola vermem gerek. Tam bu sırada yolun kenarında “Aboriginal Culture Center”ı görüyorum. Şansa bak…

Oldum olası hem görsel sanatlarına hem de sade ve mütevazı yaşam felsefelerine hastayımdır. Hatta o kadar ki; Aborigin desenlerinden oluşan ve sol kolumun yarısını kaplayan bir dövmem bile var. O yüzden hem yemek yiyecek bir kafesi, hem el sanatları satışı yapan bir mağazası hem de Kanguru, Wallabee ve Emu’ları olan minik bir hayvanat bahçesi olan bu yeri bulduğuma çok seviniyorum.

Sorsan beş dakika bile demem ama bir de bakıyorum ki yemek, ufak tefek alış veriş, hayvanlarla sohbet vs derken bu güzel yerde iki saatten fazla vakit geçirmişim. Az önce aklımı meşgul eden İnsanın Evrimi düşüncelerinin üzerine ilaç gibi geliyor iki saatliğine de olsa tecrübe ettiğim mütevazı Aborigin yaşam tarzı ve bilgeliği. İstemeyerek de olsa çalışanlarla vedalaşıp tekrar yola düşüyorum.

Az buz gidiyorum ki Melbourne’ün banliyösü Geelong ile birlikte büyük şehir keşmekeşi başlıyor. Önce sokaklarda yolumu kaybediyorum, ardından trafiğe girince de günlerdir tadını çıkardığım sükunetimi…

Kırsalda yolu bulmak kolaydı, çünkü genelde dümdüz giden sadece tek bir yol oluyordu. O yüzden şehre döner dönmez anında kayboluyorum. Hacı Garmin’den yardım alayım diyorum ama o beni daha da dolaştırıyor. Artık isyan etmek üzereyken zar zor şehre giden yan yolu buluyorum. Buluyorum ama bir kaç kilometre sonra o da sona eriyor çünkü bakım sebebiyle kapalı.

Mecburen otoyola girip son yirmi kilometreyi o gürültü patırtı içinde almak zorunda kalıyorum. Gerçekten de hiç hayal etmediğim felaket bir son…

VE MACERANIN SONU…

Zar zor dayandığım bir saatlik bir yolculuğun ardından sonunda Maurice’lerin bölgeye giden yan yola dönüyorum. Artık hava da karardı. Gerçi çok az bir yolum kaldı ama bu perişan halde gitmek istemiyorum. O yüzden yolu bir kaç kilometre uzatıp bir Target’a uğruyorum.

Üzerimdeki artık lime lime olmuş şorttan başka giyecek bir şeyim olmadığı için, gidip buralarda pek popüler olan lacivert ve çok cepli bir işçi pantolonu alıyorum. Parasını ödeyip kabinde üzerime giymemle birlikte sanki ruh halim de değişiyor. Evet, artık şehir hayatına geri döndüm. Bir süredir yitirmeye başladığım, hayalimdeki Avustralya ile olan bağlantım da iyice kopuyor ve aslında benim için macera sona eriyor..

Bundan sonrası artık turistik gezi olacak. Ne kadar itiraf etmek istemesem de bunu adım gibi biliyorum…

Stacks Image 4830